Barınmanın B’si

yazan ESDD
2179 views
Yazan: Tarhan Onur

Evrimle sudan karaya çıkan canlılar sürüngen olarak yer altında kovuklarda barındılar. Doğal olarak insan da gerek hava koşullarından gerekse vahşi hayvanlardan korunma amacıyla önce mağaraları kullandı. Bunlar genelde çevreye göre küçük, alçak ve önemsiz görünümdeydi. Yaşadığı yöreye göre ormanlarda ağaç kovuklarında ya da yüksek dallarda oluşturduğu yuvalarda da  barındı.
Kültür, insanın yeryüzü ve gökyüzündeki ritmik değişim ve dönüşümleri gözlemlemesiyle, yaşamını sürdürmek için bu doğal döngüleri izlemesi ve onlara uyum sağlayarak önlemler alması ile başlıyor. Bu arada insan bedensel gücünü kullandı, beceriler geliştirdi ve dayanıklılık kazandı. Toplayıcılıkla beslenme, alet yapımı ve avcılık sonrası bitki ve meyveler yanında etle beslenmeye dönüştü. Ateş bulunduktan sonra, onun korunması toplumsal yaşamı biçimlendiren en önemli olgulardan biriydi. Bu amaçla mağara girişini küçültmek gerekti. O zamana kadar doğa güçleri karşısında edilgen bir yaşam süren insan böylece çevrede bulduğu doğal malzemeyi yığarak duvar yapmayı öğrendi diyebiliriz. Mağara içindeki kapalı kubbeli ortam, ateşi korumak bakımından en elverişli barınma biçimiydi ve bir yanda ateşin çevresinde toplaşma ile yerleşik yaşamın ve insanlar arası iletişimin artması, diğer yanda çocuklu kadının korunması ile birlikte barınılan yeri ihtiyaçlara göre değiştirme gereği doğdu. Kadın çocuğunu büyütürken, ava giden erkeklerin yokluğunda ateşi koruma görevini de sürdürdü ve bu arada inin içinde daha rahat yaşayabilmek için düzenlemeler yaptı.  Av iyi gitmişse, gelenlerin sevinçle karşılanması zamanla dansa benzer hareketlere dönüştü. Avdan dönenlerin av sırasında yaşadıklarını mağarada kendilerini bekleyenlere anlatmaları da yine danslı şarkılı oldu. Av bereketini sağlamak amacıyla yapılan ritüel danslar dairesel toplu danslardı. Yeniden bir çocuğun doğması ya da birinin ölümü yine dans hareketleriyle duyguların dışa vurulmasını kolaylaştırdı.

Öte yandan insanın çevresini biçimlendirmesinde temel, kendi devinim olanakları ve biçimleri olmuştur. Çocuk gelişimine bakarsak, ayaklanarak yürüme ile dillenme hemen hemen aynı döneme rastlar. Demek ki kaslarına hakimiyet söz konusu; zaten dışkılamayı iradeyle yönlendirebilme de normalde yürüme ve dillenme ile eşzamanlıdır. Ve ilk çocukluk yıllarında tüm kültür, erişkinlerin el kol hareketlerini ve davranışlarını taklit ederek öğrenilir. Eller, ayaklar ve dil insanın iradesini gerçekleştirme ve dünyayı değiştirme, etkileme organlarıdır. İnsan bunu idrak ettikçe kendi kendinin bilinci de gelişmiştir.

Doğada olduğu gibi insan bedeninde de her şey birbiriyle ilişki ve bağlantı içindedir. Aslında ritmik döngüsellik içinde doğayla bağlı ve ilişkili olma duygusu, başlangıçtaki en temel birliktelik duygusudur. Mevsimlerin dönüşümü, gün-tün eşitliği, gündüz-gece ve ay ile güneşin hareketleri giderek, insanın kendi dışında döngüsellik içinde var olan, ama onu büyük ölçüde etkileyen güçleri simgeleyen kavramsal varlıkları ve olayları, toplumsal yaşamda danslarla anmak ya da etkilemek istemesini öne çıkardı. Ve böylece insan yalnızca barınmak için değil, aynı zamanda anmak ya da kutlamalar yapmak için çevre düzenlemesi yapmaya girişti. Bunun sonucu taştan dairesel yapılar ortaya çıkmıştır. Bunlar seçilmiş yüksek düzlüklerde güneşin ve ayın belli evrelerine göre işaretlenmiş ve buna göre inşa edilmiş taş sütunlardan oluşan megalit  yapılarıdır. Bu yapılar aynı zamanda ay ve güneş takvimi olarak inşa edilmiş, taşların konumu ayın, güneşin ve gezegenlerin doğuş ve batışına göre ayarlanmıştı. Bitkilerin gelişimi ayın ve güneşin durumuna bağlı olduğundan, göksel varlıklarla yer arasında bir iletişim kurmaya çalışılıyor, bu mevsimsel döngüler ritüel dans kutlamalarıyla canlandırılıyordu. Topluluğun yaşamını sürdürmesi buna bağlıydı. Artık tarım yapan insan kendisini çevresiyle bir bütün olarak duyumsuyordu.

Bu toplu kutlama yerleri daha sonra tapınak yapılarına dönüştüler. Tapınakların biçimi de farklı topluluklarda farklı çağlarda o zamanın insanının bilincine ve tanrı kavramına göre çeşitlilik gösterdi. Tüm toplumsal yapılarda, insanın bu kendi bilincine varma ve kendini tanrı karşısında konumlandırma tarzı dışa vurulmaktadır.

Tapınaklarda kutsal olanı simgeleyen idol ya da heykelcik küçük ve karanlık bir nişte korunur ve herkesin değil yalnızca baş rahibin oraya yaklaşmasına izin verilirdi. Tapınağın geri kalan kısmı halkın toplu olarak  belli ritüelleri gerçekleştirebileceği geniş bir mekan halinde düzenlenmişti. Bu sırada toplumsal yapı ayrıcalıklı bir üst sınıf olduğunu ve savaşlarla köleler edinildiğini ve bunların inşaat işlerinde kullanıldığını gösterir. Mezopotamya ve Mısır’da sonra yapı malzemelerinin geometrik yasalara göre düzenlendiğini görüyoruz.

Zamanla kişilik bilincinin ve kendi düşüncesini izleme yetisinin gelişmesi ile bedenin hareketlerinin izlenmesi sonucu ve toplumsal yönetim biçimleri değiştikçe, ritüel kutlamalarla danslar yeniden  tapınakların dışına çıktı ve halk arasında kutlanır oldu. Halk dansları gelişti. Bu ritimler ozanların şiirlerinde sözel ritimlere dönüşerek yeniden biçimlendirildi. Bu geçişi en iyi biçimde tragedyada izlemek mümkündür. Tanrı Dionysos’un etki alanı içindeki kutsal yerde ya da tapınakta dansçılar ortada bir merkezin çevresinde daire biçiminde bir araya gelerek dans ederler. İki kısa adımdan sonra uzun soluklu bir sıçrayış ya da dönüşle yapılan dans, şiirde de iki kısa hece ve bir uzun hecede dışa vurulur. Daha sonra odak noktasında bir rahip durur ve etrafta dönüp duran koroya yanıt verir, böylece diyalog gelişir. Oyun sırasında dans adımlarının ardışıklığı ile söylenen sözün ritmi birbirini tutuyordu. Zamanla ortadaki rahip, birey kahramana dönüştü ve artık kahramanın duygu ve düşüncelerini dışa vuran adımlar ve hareketlerle, çevresini oluşturan topluluğun bilincini ve gelenek göreneğini simgeleyen koronun adımları ve sözlerinin ritmi farklıydı. Tragedyanın ortada şarkı söyleyen birey ile çevresinde şarkı söyleyip dans eden koro arasındaki bu diyalogdan doğduğuna inanılır.  Koronun dairesel dansından da sonra antik tiyatronun sahne biçimi de belirlenmiş olur. Tiyatro binaları zamanın toplumsal birliktelik yerlerinin en önemlilerinden biriydi. Antik dönemde danslar, şarkılar ve müzikle birlikte tiyatro bir toplu sanat eseri olarak sunuluyor ve bilinçli olmasa bile Katharsisle arınma tutkunu tüm kentliler akın akın oyunları görmeye gidiyordu.

Oyuncuların çalışmaları da sahnedeki gerçekleştirmelere hazırlık olarak ses ve hareket alıştırmalarıydılar. Öncelikle ünlülerden  A, I, O alıştırmalarını ele alacak olursak, alfabenin de baş harfi olan A, aynı zamanda çocuğun doğal çığlık ve bağırışlardan sonra ruhsal ifade olarak  çıkardığı ilk sestir. A ünlüsü şaşırmayı, karşımızda görüp algıladığımız dünya karşısındaki şaşkınlığımızı ifade eder. A, karşılaşılanların içe alınması, algılanmasının ifadesi olan sestir, yapıda giriş olarak ifadesini bulur. Zaman zaman itiraz ya da içe almak istememenin ifadesi de olabilir. Uzun süredir bilinse ve algılansa da, idrak anında da bir A sesi çıkarılır. I sesi ise insanın ayakta dik duran varlık olarak kendisini duyumsamasının ve birey ve benlik olarak çevreye karşı durmasının,  işaretidir ve yapılarda sütun olarak dışa vurulur. Öte yandan O ünlüsü kucaklama, kavrama ve koruma ifadesidir. İnsan yalnızca kendisine gelen ve algıladığını değil, bu kez kendi duygularından çıkarak başka bir nesneyi kavramayı ve korumayı, benimseyip kucaklamayı istemektedir. Aslında çember, yani O yüzyıllarca çadırların ve kulübelerin taban kesiti olmuştur. Eski Grek alfabesinde başta alfa A sonda Omega O bulunur ve ortadaki ünlü harf de bireyi simgeleyen Jota I olmaktadır. Oysa en eski Frigya ve İbrani alfabelerinde ünlü harfler yazılmaz, yalnızca ünsüzler yazılırdı. Ünsüz sesler insanın kendi dışındaki varlıkların, rüzgarın, suyun, ya da hayvanların çıkardığı sesleri tanımlamak ve ifade etmek için taklit yoluyla çıkardıkları seslerdir. Ünlü sesler ise insanın içindeki duyguları ve izlenimleri dışa vurma aracıdır.

Rudolf Steiner tüm bu bilgilerden yola çıkarak, konuşma organlarıyla beden devinimleri arasındaki bağlantıları temel alan Eurhythmie sanatını geliştirmiştir. Eski Yunanca’dan alınan bu söz (Eu = güzel; Rhythmus = tartım, dizem) Gymnasion’larda alıştırma yapan gençlerin akıcı ve uyumlu beden hareketleri için kullanılıyordu.  Steiner, günümüzde terapi amacıyla da uygulanan Eurhythmie alıştırmalarını, okullarda gençlere irade eğitimi vermek bakımından çok önemli buluyor ve duyguların dışa vurulması için bir kanal olarak görüyordu. Bu ve benzeri düşünceler çevresinde bir araya gelen insanların kurduğu Anthroposophie Derneği üyeleri, giderek dünya görüşleri ile duygu ve düşüncelerini barındıracak ve yansıtacak, toplanıp çalışabilecekleri bir yapı olmasını istemişler ve İsviçre’deki Dornach kentinde organik mimari örneği olarak Goetheanum binası inşa edilmiştir. Başlıca amaçlardan biri de Steiner’in yazdığı ve Euryhtmie’ye uygun ruhsal mistik dramların sahnelenmesi için bir yapı oluşturmaktı. Düz çizgilerin ve dik köşelerin bulunmadığı organik mimaride amaç taklit etme değil, inşa edilmiş organizmalar yaratmaktır. Çıkış noktası, doğanın canlı bir organizma olarak devinimlerini yaratırken ortaya çıkan akıcı, ritmik biçimler olmuştur. Bu bağlamda aynı zamanda Goethe’nin “Sanat, dışa vurulmasaydı saklı kalacak doğa yasalarının özünün görünür biçimde dışa vurulmasıdır” sözü ile gerçek evrimin canlı olarak algılanmasını amaçlayan ve ilk bitkiyi bulma araştırmaları sonunda ortaya çıkan Metamorfoz Öğretisi temel alınmıştır.

Steiner,  biçimi içindeki yemişe aynen uyan ceviz kabuğunu örnek göstererek, “binanın yapısı en ince ayrıntısına kadar içinde olup bitenlere uygun olmalıdır, hiçbir yapı ögesi kendi başına durmamalı ve bütünün içinde birbiriyle uyum içinde, karşısında duran insana, biçimi ve renkleriyle ruhundaki en değerli düşünceleri, duyguları ve itileri yansıtmalıdır.” demiştir.  Yapının öncelikle akla değil ruha hitabetmesi amaçlanmıştır. İlk Goetheanum binası doğal yapı malzemeleri kullanılarak ahşaptan ve B harfine uygun biçimde iki kubbeli olarak inşa edilmişti. Eurhythmie’ye göre barınma duygusunu dışa vuran bu ses, çift dudakla çıkarılan patlamalı B ünsüzüdür. B sesini çıkarırken konuşma organının aldığı biçimler izlendiğinde ve bu Eurhythmie sayesinde kol ve bacak hareketleriyle görünür hale getirildiğinde, koruyucu bir hareket ortaya çıkar. Bir kulübe ya da bir ev gibi. Türkçe’de de  bina, barınma sözcükleri ile ben ve benimseme sözcükleri bu önermeye uygun düşüyor gibi. Ancak her dilde kullanılan kaslar belli ölçüde farklı olduğuna göre, belki de Türkçe’ye uygun Eurhythmie hareketleri araştırılıp geliştirmeli ve terapiye katılmalıdır.

Ahşap ve pencereleri vitraylı Goetheanum binası 1912 yılbaşı gecesi yanmış ve daha sonra aynı tepede beton ve çelikten benzeri bir bina inşa edilmiştir. Günümüzde özgür üniversite ve sahne olarak kullanılmaktadır.

 

Okuma önerileri:

  • Eurhythmie – Magdalene Siegloch
  • Der Tanz als Bewegungsphaenomen – Dorothee Günther
  • Für die Musen – Heide Göttner-Abendroth
  • Entwicklungsetappen der Architektur – Nikolai Brunow
  • Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik –  Friedrich Nietzsche
  • Aesthetik, Cilt III,  G.W. F. Hegel

Bunlara da göz atın