Bedensel Sınırlılık Deneyimi

yazan ESDD
2596 views

Martin Kliewer

Dokunma duyusu örneğinde bedensel sınırlılık deneyiminin önemi üzerine

BAŞLANGIÇTAKİ SINIRLANMIŞLIK

Her insan yaşamının başlangıcı, en geç 5. gebelik ayından itibaren annenin sağladığı kılıfın, dış uzamın darlığı ve sınırlanmışlığı içinde geçer. Denge, ışık ve ses koşulları, çocuğun doğumdan sonra maruz kalacağı koşullardakiyle karşılaştırdığımızda, henüz tamamıyla farklıdır. Bu koşullar, ceninin kendi organizması sayesinde beslenme, soluma, ısınmayı becerebilecek hale gelinceye, olgunlaşıncaya kadar ihtiyacı olan gelişme mekânını sunarlar. Yaşama atılan daha ilk adımlar, gittikçe daha da güç olmaya başlamakta ve gebe kalma ile doğum sırasında yoğun tıbbi müdahale olmadan, en azından batılı ülkelerde şimdikinden bile çok daha az çocuk dünyaya gelebileceği ortadadır.  Yeni yaşamın oluşabilmesi için, gebe kalamama ve istenmeyen düşüklere dışardan yardım sağlamak gerekmektedir.

Günümüzde ceninlerin 24üncü gebelik haftasından itibaren 550 g bir ağırlıkla bile ana bedeni dışında yaşama devam etmesine olanak veren yeni doğum tıbbı çerçevesindeki hızlı gelişmeler,  çocuğun varoluşunun ilk aylarını geçirdiği rahim içi koşulların daima ve yeniden sorgulanmasına yol açmıştır. Dünyamızın yaşama ve algılama koşulları içine böyle erkenden fırlatılmış olmanın, çocuğun daha sonraki gelişimine etkileri nedir? Rahim içi sıvısındaki ağırlık koşulları içinde devinim yetersizliği deneyimi, loş ışık koşulları ve tek yönlü temas ve bununla sınır deneyimi olanaklarının çocuğun ilerideki duygusal dokusu için önemi ve anlamı nedir? Hasta jimnastiği de çok erken doğan çocuğun tedavisi ve desteklenmesine ilişkin geniş kapsamlı sorularla karşılaşmaktadır. Kuluçka makinesindeki yerleştirme nasıl ayarlanmalı ki, erken doğan bebek, 3 saat içinde yeniden bir köşeye veya kuluçka makinesinin bir kenarına yapışmasın ve bu nedenle belki de yaşamsal önemi olan beslemeye yarayan hortum ve kablolar sıkıştırılmasın. Bebek neden daima yeniden çaresiz bir şekilde bu sınırlamayı aramaktadır acaba? Erken doğan tedavisindeki Kanguru-Metodu tartışmalarından beri, ilgi duyan kamuoyunda bu tür sorular ortaya atılmaktadır. Gebeliğin son haftaları sırasındaki temel asal deneyimlerin yitirilmesi konusundaki kaygılar dolayısıyla, Avusturya’da bir klinikte kuluçka makinesine ve solunum cihazına bağlanmayan erken doğmuş bebekler, nöbetleri sırasında bebek hemşirelerinin göğsüne sıkıca bağlandı ve bu tıp dünyasında çığlıklara ve itirazlara yol açtı, profesyonelce olmayan davranışları ve asla dayanağı olmayan muamele yüzünden kınandılar.

Rahim içi sınırlanmışlıktan dolayı yetersizliklere bakış ve bununla erken doğanlarda spesifik doğum öncesi işitme, devinim ve dokunma algılamaları, küçük çocuk pedagojisi ve erken destek çalışmalarımızda bizleri gittikçe daha yoğun ilgilendirmektedir. Bir bakıma da bu nedenle bedensellik içindeki sınırlanmışlık sorunsalı, Şifalı pedagojide önemli bir soru haline gelmiştir.

YUVA YAŞINDA SINIRLARI ZORLAYANLAR

Bu arada eğitmenler ve çocuk yuvası öğretmenleri için yapılan geliştirme eğitimi toplantılarında da zor çocuklarla grup içinde nasıl çalışılacağı, başlıca sorun haline gelmiştir. Bu bağlamda her şeyden önce yoğunlaşmada, taklit ve benzerini yapma, örnek alma ve oyun davranışlarında göze çarpan farklılıklar tanımlanmaktadır. Çocuk yuvası eğitmenlerine korumaları altındaki çocukların gittikçe artan saldırganlık potansiyeli ile saygı ve hürmet güçlerinin gerilemesi ve yitirilmesi ile at başı giden dilin, konuşmanın gittikçe ilerleyen çözünmesi en büyük zorlukları çıkarmaktadır.

Son on yıllar içinde engellinin ve özürlülük tehdidi altındaki çocuğun, öncelikle de okul öncesi dönemde kaynaştırılması olanakları ve zorunluluğu konusunda bilinçlenme arttığından, ama buna denk düşecek tasarımların gerçekleştirilmesine yarayacak mali kaynakların gittikçe daha fazla gerilemesi nedeniyle, hasta jimnastiği, çalışma terapisi, logopedi ve şifalı pedagoji sayesinde grup içinde ama aynı zamanda ek bireysel terapilerle uzmanca desteklemeye duyulan ihtiyaç gittikçe artmıştır. Bu arada “sınırda dolaşanlar” denen ve ender olarak kaynaştırma gereken çocuklar olarak tanılanan çocuklar, eğitmenlere ve yuva öğretmenlerine en büyük sorunları çıkaranlardır. Bu çocukların davranışlarından, kendi sınırlarını bilmemek, başkalarının bedensel sınırlarının ötesine geçmek, tutunacak dal ve yön bulma arayışları, çok aşırı izlenimler tarafından boğulacak raddeye gelmek gibi bazı durumları okuyabiliriz.

DUYULAR, SINIR DENEYİMİNİ KURAR ve YERLEŞTİRİLER

Ben ile dünya arasına sınır koyma yetisinin, çocuğun doğumu sırasında belki veri olarak bulunduğunu ama asla oluşmamış olduğunu açıklamaya gerek yoktur. Tersine çocuk gelişiminde tam da, bir beden, çevre ve sosyal dünya alanında adım adım edinilen deneyimin, sonra bireyoluşsal bir özne – nesne ayrımına götürdüğü, bunun da kendi kendini bilme bilincine (Ben-Bilinci), dünyadan ayrı olma duyumsamasına (Ben-Duyumsaması) ve kendini dünyada gerçekleştirme istek ve iradesine (Ben-Gerçekleştirmesi) kadar gittiği görülmektedir. Bu nesne – özne ayrımı, kendi kendini belirleyen davranışların ön koşuludur. Bunun doğru dürüst becerilemediği yerde, patolojik durumlar ve hastalık görünümleri ortaya çıkmaktadır.

Bu yolda destek için dışardan her tür terapiyle etkileme ve pedagojik müdahale, çocuğa ulaşabilme olanağı olarak onun duyu organlarını kullanmaktadır. Duyular dünyaya açılan kapılardır. Dünya çocukla yalnızca duyu kapıları üzerinden iletişim kurmaktadır. Bu arada pedagoji, daima yeniden eğitim hedefinden yola çıkarak belirlenen içeriklere ve didaktik biçimlere yoğunlaşmış ve duyu fizyolojisine ilişkin ön koşulları uzun süre pek az yansıtmıştır, yani çocuğa yönelttiği kendi niyetlerinden ve hangi yolla etki edeceğinden, “yollarından” emindi. Sonuç olarak dikkatlerin aynı zamanda somatik ve bununla da öğrenmenin duyusal-algısal ön koşullarına da gittikçe daha fazla yönlendirilmesi, şifalı ve özel pedagoji sayesinde olmuştur. Duyu organizasyonu, her tür eğitim için bedensel temeli oluşturur. Beden ve duyular çocuğun dünyayla ilişkisinin sağlıklı veya arızalı olarak yapılandırır. Duyular, sınır deneyimini kurar ve yerleştirirler, bunla da kendi kendinin bilinci için temel ön koşul olarak kendini algılamayı kurar ve geliştirirler.

RUDOLF STEINER’E GÖRE 12 DUYU

Bildiğimiz kadarıyla, işlevleri için şu anki bilimsel verilere göre her zaman bir bedensel organ olduğu kanıtlanamayan 12 duyu türü olduğunu geçen yüzyılın başlarında ilk söyleyen kişi Rudolf Steiner olmuştur.

Rudolf Steiner’e göre 12 duyu şöyledir:

  • Dokunma duyusu: Bütün beden üzerinde yayılmış olan ve beden dışı maddelerin beden içi deneyimlenmesini aktaran organ
  • Yaşam duyusu: Tekil organ duyumsamalarından bağımsız olarak, bedensel durumun (da) algılanması için,
  • Öz devinim duyusu (veya kas gerilimi duyusu): Kendi bedenin içindeki gerginliğin yaşanması için (gerilim, gevşeme, kramp, çözülmüşlük, titreşim, başka devinimler ve sükunet);
  • Denge duyusu: İç kulaktaki salyangozun kıvrımlı yolları arasında
  • Koku alma duyusu: Burunda
  • Tat alma duyusu: Ağızda
  • Görme duyusu: Gözde
  • Isı algılama duyusu: Ayrışmış, bütün bedene yayılmış olarak
  • İşitme duyusu: Kulakta
  • Sözcük ve tını duyusu: Dilsel niteliklerin kavranması için (sessiz harf, sesli harf, kısalık, yayılma, esneme, ünlü, ünsüz, hece, sözcük)
  • Düşünce duyusu: Düşünce ilişki ve bağlamlarını algılamak için (aynı zamanda) duyusal nesnelerden ve olgulardan veya anımsama imgelerinden bağımsız olarak,
  • Ben veya Benlik duyusu: Başka insanın, düşünen bir varlığın kavranması için.

Bu arada Steiner, kendi kip alanlarına uygun olarak dörder duyuyu alt, orta ve üst duyular olarak üçe ayırarak birleştirmiştir.

Her ne kadar bütün duyular doğum sırasında verili olsa da, erken çocukluk döneminde adım adım işlevlerini geliştirirler ve en yaşlı döneme kadar sürekli bir dönüşüm içinde bulunurlar. Ta doğumdan itibaren çocuğun dünyanın çeşitli tekil kip alanlarında, her seferinde daima öznel bir ilişki kurmasına ve kendini algılamada, özne ve nesne ayrımına yol açar. Bu ayrılma ve ayrışma süreci, kendi özü ile dünya arasında sınır çekmekle belirginleşir.

Kritik dönüm noktası olarak doğum ve bu süreçlerin başlaması, Heidegger tarafından bir toplu bağlamdan dışarı fırlatılıp atılmışlık olarak tanımlanır ve bu öznel olarak şok biçiminde deneyimlenir. (1)  Nasıl bir erişkin bir şok yaşantısı sırasında tüm kavrayışlardan, yani kendi kavramları ve imge oluşumlarının toplu düzeninden dışarı atılmışlık ve kendini güçsüz bir şekilde “ilişkisiz farklı olma” içinde yitiriyorsa, yeni doğan da doğum sayesinde çocuğa çok farklı biçimlerde etki eden, çeşitlilik olarak yaşanan bir bütünün içinde kaybolur:

  1. kendi bedeninin somatik algılanışı anlamında kendini nasıl hissettiği olarak
  2. nesnesel ve hareketli maddi çevre olarak
  3. ona eğilen, konuşan, şarkı söyleyen, ruh zengini bir ortam olarak.

Bu üç alana uygun olarak çocukluk boyunca duyular gelişir.

KENDİ BEDENİNDE SINIR OLUŞTURMA

Bebekte devinim gelişimi üzerine pek çok araştırma, bu gelişimin yaşamın ilk yılında göz kontrolünden başın kontrolüne ve sonra ellere, en son olarak da bacaklarla ayakların koordinasyonunun keşfine kadar gittiğini göstermiştir.

Bu arada anne de çocuğun rahim içinde yaşadığı sınırlanmışlığı, çocuğa ancak kendi refleks motoriğine artık doğrudan doğruya teslim olmuşluk halinden çıktığı ölçüde, keyfi hareket özgürlüğünü adım adım tanıyarak, sürdürür. Refleks motoriği çocuğa kendi bedeninin algılarını dolaysızca aktarır ve çocuk bu algı içeriklerini kendisiyle ilişkilendirmeyi ve davranışsal eş titreşim sayesinde onlarla bağlantı kurmayı öğrenmek zorundadır. Öznenin “gözlemleme sonucu bilgi edindiği” bu davranışsal eş titreşim sayesinde, çocuk kendi bedenini yukardan aşağıya doğru, daha sonraki bilinç merkezinden çıkarak duyusal sinir organizasyonunun dışsal çevresine doğru adım adım kavrar. İlk basamakta bireysel faaliyette olan, somatik duyu organlarının algılar üzerinden sinirlerin içine işleyen işlevleriyle istemsiz motorik yapısını indirger ve bireysel motoriğe evrilir. Bu özdeşliği olanaksız kılan veya çok zorlaştıran bir bedensel engel (spastik, spina bifida vs.) dışında, özdeşliğin erkenden hızlandırılması, yani çocuğun somatik duyular üzerinden bedenine fazlasıyla hızlı şekilde içeri alınması da, bir engellenmiş ya da değişmiş bir “kendini ilişkilendirme” durumuna yol açar. Çocuğun kollarda veya beşikte sallanması, rahim içi koşulların bir anımsatılmasından çok (bunun için öncelikle 37° derece ılık suyun içinde yıkamayı örnek verebiliriz), tıpkı çocuğun her seferinde yattığı yerden kucağa alınması ve tekrar yatırılmasında algılandığı gibi, ağırlık halindeyken mekân konumu değişikliklerinin özenli biçimde aktarılması anlamına gelir.  Ritmik olarak daima yeniden ortaya çıkan açlık ve bu yüzden bedende duyumsanan kendini şöyle ya da böyle hissetme keyfiyeti, tıpkı itinalı biçimde bebeği sarmalama ve kendine bastırma ve okşama sayesinde oluşan bedensel temas kadar önemli benzer algılamalardır. Somatik duyuların algılanmasıyla özdeşleşme süreci, merkezden çevreye doğru,  yani içten dışa gerçekleşir. Bu yaşamın ilk yılında motorik gelişim üzerinden özellikle iyi gözlemlenebilir, ama 7. yaşa kadar (devinim organizmasının ayrışması) uzar gider ve bunun ötesinde de yeni öğrenilen her hareket yapılanmasında (örneğin düğüm atma ve fiyonk bağlama, top oynama, bisiklete binme, yazma, yüzme, jonglörlük yapma vs.)  bilinçli şekilde faaliyete geçirilir.  Ancak hareket bilinçli alıştırmadan alt duyular aracılığıyla bilinçdışı davranışa geçtiğinde, biz bir beceriden söz edebiliriz. Bireysel ruhsallığın somatik duyulara bu tanınan ilişkilendirilmesi ve daimi-alışkanlık benzeri anlamında arttırılmış özdeşleşme sırasındaki yaşantı yoğunluğundaki azalma çocuğun gelişimini ve ilk yıllarda kendi bedenine “kendini ilişkilendirme” performansını karakterize eder. Bu nedenle denge, kendi devinimi, yaşam ve tat alma duyularının bir bedene içselleştirme işlevinden söz edebiliriz.

Lauer’e göre bu somatik duyuların orta ve üst duyuların üstünde yaşamın başlangıcında olduğu ölçüde ağırlık sahibi olması, adım adım azalır. İnsan doğumuna ne kadar yakınsa, somatik duyular üzerinden algılama da ileride erişkin yaşlarda olduğundan çok farklı bir karakter taşır.  “Henüz safi duyusal değil, tersine tinsel-ruhsal bir karakterdir. Ve henüz sadece içsel değil, tersine henüz bir dışsal-içsel-yaşantı söz konusudur.” (2)

ORTAMIN ALGILANMASINDA SINIR OLUŞUMU

Bunların karşısında ise  “Ortam-Duyuları” ile algılamalar bulunur. Yeni doğan bebek bu duyulara da bağlıdır ve onların çeşitliliğine teslim olmuş haldedir.  Ama somatize eden algılara gittikçe artan ölçüde kendini hasrederken ve onları kendine ait olarak duyumsarken, konuşulan ve söylenen şarkı lafları, annenin yüzünü ve onun gülüşünü gittikçe daha fazla kendisinden ayrı ve kendi kendinin dışında algılamayı öğrenmek zorundadır. Sonuç olarak tınılı şeylerin, konuşulan sözlerin, düşüncelerin ve seslenen kişilerin yabancı algılanmasında birleşen bu yavaş yavaş uzaklaşma, özdeşleşme hareketine tamı tamına zıt konumda yer alır. Burada, kendini algılanan içerikle ilişkilendirme olgusunun çevreden kendi merkezine doğru adım adım sıkılaşması ve bununla da ortamla benin ayrılmasıdır. Motorik alanda beceri oluşumundan ilk yılda dik ve doğru durarak yürümeye kadarki belirgin şekilde kanıtlanabilir olan durum, ama daha sonraları ancak artmış bir dikkatle gözlemlenebilir olan gelişim dolayısıyla kendi bedeniyle özdeşleşme, ortam-duyuları alanında çarpıcı hale gelmektedir. Çocuğun yaşı ilerledikçe, nesnelleştirme süreci bilinçli olmakta ve bununla da asıl biçimiyle tanımlanabilir hale gelmektedir. Ancak ergenlik çağına girişle (hızlanma) gencin, başka birinden algıladığı (aldığı) düşünceyi, onun tarafından düşünülmüş ve kendi bilincinde yansıtılmış ve değişikliğe uğratılmış olarak deneyimlemesi ve yaşaması söz konusu olabilir.

NESNEL ÇEVRENİN ALGILALAMALARI

Çevre duyularının değişken alanlarında yaşamın ilk yıllarında çocuk yavaş yavaş uyanma sürecine girer ve kendisini çevreleyen nesnelere, duygusal bir ilişki kurma anlamında gittikçe artan bir ilgi ve merak oluşur. Çocuk gördüğü, kokusunu aldığı ve tattığı şeyler için, aynı zamanda da çevresinde değişen sıcaklık ve denge koşulları ve işittiği şeyler için adım adım bir uyanıklığa erişir. Bu sırada işitme algılamaları, çevrenin içsel yapılarının içine götürürler,  bununla diğer içinde bulunulan ortamın algılandığı duyuların tinsel bir kendiliğe sahip oldukları açığa çıkar, oysa nesnel çevrenin denge algılamaları, doğrudan doğruya daha önce yapılanmış olan somatik algılamalara bağımlıdırlar. Öte yandan görme duyusu, algılamasında şeylerin yalnızca üst yüzeyine kadar ulaşır, onların içselliğine ait bir şey aktarmaz. Sıcaklık algılaması, görme ile işitme arasındadır. Hem içinde yaşanan ortamın algılaması hem de somatik duyular, çevre duyuları alanına etki ederler. Çocukla dünya arasındaki iletişimin can alıcı sensörik etkinlik alanı, çevre duyuları alanındaki somatik ve sosyal algılamaların birlikte etkin olması sayesinde ancak mümkün olmaktadır. Tam da çevre duyularındaki gelişme, çeşitli değişkenlik alanlarının entegrasyonunu ve bununla algılama sürecinde her defasında birden çok sayıda duyunun birlikte etkin olduğunu, yani sinestezileri göstermektedir. Görülen, tadılan ve kokusu alınan ve ısı sayesinde doğrudan duyumsanan kendini iyi hissetme duygusuyla küçük çocuk, dolaysızca sevinç veya reddetme gibi duyguların bağlantısını kurar ve böylece dünyayla kendisini bir iletişimsel ilişkiye sokar. İnsan iletişiminin çarpıcı mükemmel bir nişanesi konuşmadır. Konuşmada, dilde örnek olarak somatik algılama ile içinde bulunulan ortam algılaması bağlantısı, entegrasyon sayesinde kalitece kendine özgü bir üçüncünün ortaya çıkarılmasına yol açar. Somatik konuşma motoriği ile ortama yönelik dil sensöriğinin bir araya getirilmesi olmadan, çocuk için konuşarak içinde bulunduğu çevreyle temasa geçme olanağı gelişemezdi.

Nasıl duyu fizyolojisi için nesne-özne ayrışmasının üstesinden gelinmesi veya bunun açıklanması merkezi bir araştırma zorunluluğu oluşturuyorsa, ilk yıllara ait bir şifalı pedagojinin de çocuğun mümkün en büyük kendi kendinin bilincine ulaşabilmesi için, tam da bu nesne-özne-ayrışmasını desteklemesi gerekmektedir. Tam da varoluşsal sınır deneyimi, dünyadan ayrılmış olma deneyimi olarak, çocuklukta gelişen sağlıklı bir ‘dünya ve kendi’ anlayışının ön koşulu olarak kavranmalıdır. Dokunma duyusu, bu “sınır çizmeyi” bedensel olarak yapılandıran duyudur. Michael Kirn, “Hegel’in Tinin Görüngübilimi ve Rudolf Steiner’in Duyular Öğretisi” adlı kitabında şöyle diyor:

Aristoteles tarafından yapılan sıralama bu bağlamda açık seçik bir anlam kazanmaktadır: Dokunma duyusu, fizyolojik işlevsel imgesi bilincimizi en dolaysız biçimde damgaladığı için ve onda nesne-özne-ayrışması başlı başına kaydedildiği ve tutulduğu için, en keskin yapılanmış ve gelişmiş olan duyumuzdur. Böylece buradan çıkarak duyusal kuşkusuzluk yolundaki dünya görüşünü inşa etmek için pek fazla zihinsel çaba göstermeye de gerek kalmaz.” 3

DOKUNMA DUYUSU ÜZERİNDEN SINIR DENEYİMİ

Dokunma duyusu organı olarak deri, bedenselliğimiz için sınırı, çevreleyip sarmalayan ve koruyan kılıfı oluşturur.4 Derinin dış tabakalarında sayısız, dallanıp budaklanan, her tür eğilimi kaydeden ve merkezi sinir sistemine bildiren özel uç cisimciklerle örülüdür. Bunlar deriyi en üst seviyede duyarlı duyu organı haline getirir.

Bütün bedenin yüzeyine dağılmış basınç noktalarının ince gözenekli doku düzenlemesi, dokunma duyumsamasının yerinin kesinkes belirlenmesine imkân verir. Ama: eş zamanlı uzam eşiği deneyinde (Bölüm 6,1 e bakın) Erwin Strauß’un gözleminin doğruluğu görülmektedir: “Görme sinirinin bir yeri vardır ve sinir içindeki oluşumların kendi yerleri vardır; ama duyumsama onlarla bu yer belirlenimini paylaşmamaktadır.”5 Çünkü bu dokunma ağı katı bir organizasyon değildir. Dış ve iç etkilere dinamik tepkilerinde, sadece bedenin en içlerine kadar ilerlemekle kalmaz (dudaklar, dil, gırtlak vs.), tersine yaşam boyunca kendini dönüştürür. Çocuktaki ilmekler henüz sıkıyken, gelişim boyunca genişlerler. Dokunma duyusunun ilginç özel bir verimi de sopa ucu fenomeninde belirginleşir. Çevremizi bir sopayla araştırdığımızda (“kör bastonu”), duyumsama organizmamızın sopanın ucuna kadar genişlediğini görürüz, öyle ki, sopayla bir nesneye dokunulması ya da yere dokunulması, sanki parmakla dokunulmuş gibi algılanır. Bu tüm aletler için geçerlidir. Tanımlanan dokunma duyusu ağı, her şeyin üstüne yayılır gibidir. Bedenselliğin sınırı aşılmış olur.

DOKUNMA DUYUSUNDA SINIR YİTİMİNE DUYULAN RUHSAL EŞ TİTREŞİM

Bu fenomenin daha yakından tanımlanması sırasında Karl König, “ilmeklerin” kesişme noktaları olan basınç noktalarının, anatomik ve histolojik olarak derinin geri kalan bölümünden farklı olmadığına işaret etmektedir. Bunlar deyiş yerindeyse “yaşantı noktalarıdır”, yani dokunma ağı ne fiziksel-psikometrik yapılara raptedilebilir, ne de duyular öğretisinin nesnelleştirici yöntemleri tarafından nicelleştirilebilir, tersine son derece dinamik bir tepkisellikle duyumsama noktalarına yöneltilmiştir. Buradan çıkarak König, dokunma ağının bir duyumsama organizması olarak anlaşılması gerektiği ve bunun da üstelik bedenin sınırlarını aşarak öznel biçimde tepki verdiği sonucunu çıkarır. Tam da burada König, antroposofi ve tin bilimsel yönelimli açıklama tarzına başlar ve dokunma ağını duyumsama bedeninin üst yüzeyine yerleştirir, bunun sınırları esnektir ve gündelik kullanımımızdaki şeylere yapışarak, arttırılmış bir özdeşlik anlamında onları kendimizin yaparız der. Yani sınırlılık karakterini terk etmeden, dokunma duyumsaması kendini derinin uzamsal sınırlılığının ötesine genişletir.

König araştırmasında, arızalı bir dokunma algılamasının ruhsal etkilerini tanımlar ve sonra temel bir ruhsal ana duygu olarak dokunma duyusuyla bağlantılı olan kaygıya gelir. Kaygı sıklıkla korkunun, ürkünün, rahatsızlık ve güvensizliğin henüz ayrışmamış başlangıcıdır. Ama başlangıçta nesneyle ilişkili değildir. Kaygı duygusu, yavaş yavaş yükselen ve bütün bedenin yüzeyine dağılmış bir çekiştirme ve parçalama gibidir; hem duyguları hem de düşünceyi sanki sise büründürür. Kaygı ne kadar güçlenirse, tüyleri diken diken olma, ürperme, aşırı ter boşanması gittikçe güçlü biçimde ortaya çıkar ve tüm aksların titremesi yüzünden hareketin engellenmesine ve her tür kaçış hareketinin bloke olmasına, kalp atışlarının ve barsak hareketinin hızlanmasına yol açar.  König şöyle diyor, “Demek ki ruhun genel bir heyecanlanma durumu söz konusudur, aynı zamanda bedensel âleme de derinlemesine etki eder. Yaratık varoluşunun bu kaygı çığlığı, sanki insanın içine işlemekte ve ona ölümlü olduğunun farkına varma imkânı yaratmaktadır; fani olduğunun, öleceğinin bilincine varır. Kaygı, bir eşik yaşantısının dışavurumudur, ama burada eşik bize görünür değildir, ama yine de yaşanabilirdir.”  6 Kaygı, korku da dokunma hissi gibi kördür ve dokunma duyusu gibi organı, deridedir, zira korku belirtileri başlıca deri üzerinde ortaya çıkarlar. Bu gözlem, dokunma duyusu ile kaygı ve korku arasında sıkı bir bağlantı olduğu varsayımını destekliyor, çünkü zaten onunla doğarız ve “sadece kötü deneyimler” üstünden öğrenmek durumunda değilizdir. Her korku, aynı zamanda bir parça kendini iyi hissetme ve haz da barındırabilir. Halloween ile Harry Potter son zamanlarda “dehşetle ürpermedeki kaygılı hazzı” beslemekte ve yerleştirmektedirler. Karl König şöyle yazmış, “Kaygı ve korkunun görünümünde buna göre, öyle olmasaydı bilinçdışı dokunma duyusu olarak içimizde yaşayacak olan bir duyumsamaya rastlarız. Korku, hiç de yeni bir yaşantı değildir, tersine bütün duyusal yaşantıların temelinde yatan o ayrışmamış iradi duygunun ya da duygusal iradenin bilincine varma söz konusudur.” 7

TANRI DUYGUSUNUN ÖN KOŞULU OLARAK BEDENSEL SINIR OLUŞTURMA

Son olarak Rudolf Steiner’in Duyular Öğretisindeki insan ruhundaki dokunma algılamasının nazik ve titiz eş titreşimini anlatan ince bir ayırıcı tanımlamayı aktarmama izin verin: “Dokunma duyusunun içsel gidişatını daha da az algılarız. Çünkü onları bütünüyle dışarı yansıtırız. Nesnelerin sert mi yumuşak mı, düz mü kaba yüzeyli mi, ipeksi mi yoksa yün gibi mi olduğunu dokunarak anlarız; dokunma duyusunun yaşantılarını bütünüyle dış uzama yansıtırız. Aslında dokunma duyusunda sahip olduğumuz bir içsel yaşantıdır, ama orada içsel olarak olup biten, bütünüyle bilinçdışı kalır. Bunun dokunma duyusunun niteliklerinde nesneye atfettiğimiz ancak bir gölgesi vardır. Ama dokunma duyusunun organı, nesneleri ipeksi veya yünsü, sert ya da yumuşak, kaba veya düz hissetmemizi sağlar. Bu aynı zamanda içimize yansır, ruha yansır; ancak insan kendi ruhsal yaşantısıyla dışsal dokunma duyusunun temas ettiği şey arasındaki bağlantıyı fark etmez, çünkü nesneler çok ayrışırlar – orada içe yansıyanlar ile dışa doğru yaşananlar ayrışır. Ama içe yansıyan, tanrı duygusuyla baştan sona nüfuz edilmiş olmaktan başka bir şey değildir.

İnsan dokunma duyusu olmasaydı, tanrı duygusuna sahip olmayacaktı. Orada dokunma duyusunda kabalık veya düzlük, sertlik veya yumuşaklık olarak duyumsadığı, bu işte dışa doğru yansıyandır. İçeride ruhsal görünüme geri yansıyan ise, genel dünya özüyle nüfuz edilmiş olma duygusudur, bizatihi varlıkla nüfuz edilmiş olmak. Biz dış dünyanın varlığını tam da dokunma duyusu sayesinde yapılandırıyoruz. Bir şeyi gördüğümüzde, henüz onun uzamda var olup olmadığına inanmıyoruz; ancak dokunma duyusuyla onunla temasa geçip elleyebilince, onun uzamda var olduğuna kani oluyoruz. Var olan her şeye nüfuz eden, bizim içimize de girip nüfuz eden, her şeyi taşıyan ve bir arada tutan, bütün bunların içine işleyen tanrı özü bilincimize gelir ve içe yansıtılmış olarak, dokunma duyusunun yaşantısıdır.” 8

Bu toplantının konusuna uygun olarak, fizik bedende sınırlılığın oluşumunun, doğum ve erken çocukluk üzerinden “bedenlenme işlevi” olduğunu göstermeye çalıştım. Varoluşsal sınır deneyimi, dünyadan ayrı olmanın deneyimlenmesi olarak, adım adım gelişen bir dünya ve kendini olağan anlayışın ve ruhsal ve tinsel olanda ben ile dünyanın ayrışmışlığının üstesinden gelen bir çabanın ön koşuludur. Dokunma duyusu, duyu organı deride sınır çizmeyi bedensel olarak yapılandıran duyudur. Sınırın yitirilmesi ve sınır yapılandırmada arızalar, kaygı ve korkuya, “Tanrı duygusuyla nüfuz edilmiş olmanın” yitirilmesine yol açar.

 

—————————————————————————————————————–

(1)  M. Heidegger,  “İnsanın fırlatılmışlığından” söz eder.

(2)  H.E. Lauer, İnsanın Duyuları ve Sanatın Gelişimi, Schaffhausen 1980, S.46

(3)  M. Kirn, Hegel’in Tinin Görüngübilimi ve Rudolf Steiner’in Duyular Öğretisi, Stuttgart 1989, S. 169

(4)  NOT: “Böyle bir mucize yapıyı gözlemlediğimizde ve onun ortaya çıkıp oluşmasını daha yakından kavramayı öğrendiğimizde, yine organizasyona ait önemli bir temel yasayla karşılaşırız. Hiçbir yaşam bir üst yüzeyde etkin olup, aynı zamanda da orada kendi ortaya çıkarıcı gücünü dışa vuramaz, tersine bütün yaşam faaliyeti su olsun ya da hava ve ışık, dıştaki kaba elemana karşı kendisini koruyan, hassas varlığını sürdürmesine yarayan bir kılıfa ihtiyaç duyar, böylece kendi içinde öznel olan neyse, onu ortaya çıkarabilme gücü elde eder. Bu kılıf artık kabuk, deri veya kavkı olarak görünebilir, çünkü yaşamın içine doğacak, ortaya çıkacak her şey, canlı etki edecek olan her şey bir kılıfın içinde korunmuş olmalıdır ve böylece dışa dönük her şey de yavaş yavaş zamanla erkenden ölüme, çözünüme ait olur. Ağaçların kabukları, böceklerin üst derileri, hayvanların kılları ve tüyleri, hatta insanın üst derisi ezelden beri ebediyen dışarı çıkarılan, atılan, salgılanan, yaşam olmayana, ölüme terk edilen kılıflardır ve onların ardından daima yeni kılıflar oluşur, onların altında da üst yüzeyde veya daha derinde yaşam, kendi yaratıcı dokusunu ortaya çıkarır.”

(5)  Goethe, Fen Bilimsel Yazılar, Bant I, S. 12

(6)  E. Strauß, Duyuların Anlamı üzerine, Heidelberg, 2. basım, 1978, s.

(7)  K. König, sözü geçen yerde, s.22

(8)  K.König, sözü geçen yerde, s.22

(9)  R. Steiner, Toplu Yapıtlarından Duyular Öğretisi hakkında konular, Band 3, Stuttgart, 1980, s.126/127

 

 

 

 

Bunlara da göz atın