Çeviri:Tarhan ONUR
Bilgisayar çocuk odasına da girdi. Internetli çocuk yuvaları çoktan açıldı. İki yaşındakiler için donanım ve yazılım piyasaya sürüldü bile ve anne-babalara pedagojik bakımdan değerli olduğu reklamı yapılıyor. Aynı zamanda okul öncesi eğitim ve öğretim planlarında da çocuk yuvalarının bilgisayarla donatılmasının yararları açıklanıyor, üstelik bu planların hiç birinde yuva çocuklarının bu teknikle ilişkisi sorgulanmıyor ya da gelişime zarar verici olduğu söylenmiyor. Burada artık sadece metodik olarak “Nasıl” sorusu önem kazanmıştır. Ama politikanın tüm desteğine ve genelde üreticinin yararına olan propagandaya karşın, çocukların ilk yıllarda ihtiyacı olanları hiçbir bilgisayar veremez, tam tersine, çocuğun sağlıklı gelişimini engellemektedir.
Çocuklar duyusal varlıklardır
Dünyayı anlamak ve kavrayabilmek için, çocukların duyusal algılamalara ihtiyacı vardır. “İlk elden” dokunmak, ellemek, kavramak, tat almak, koklamak, işitmek ve görmek isterler. Çocuk, bir şeyi ele alıp kavramaktan, zihinsel kavramaya geçerek kendi bilgisine ulaşır.
Su nasıl hissediliyor, metalin tınısı nasıl, tahta nasıl ses veriyor? Elmanın kokusu nasıldır? Hava aydınlanırken nasıl bir görünüm egemen, peynir tatlısının tadı nasıldır?
Oysa bir bilgisayar daima sadece “ikinci el” bir dünya sunar, kopyalar ve taklitler verir. İki boyutlu ekran düzlemindeki en iyi elişi ve boyama programı bile, sanal fırçası, yapay makası ve fareye tıklayarak üretilen hareketlerle, gerçek boyalar ve malzemeyle bağlantılı öğrenme yaşantısını yaklaşık olarak olsun aktaramaz.
Dahası var: Çocukları aldatır, çünkü onlar henüz gerçek dünya ile sanal dünyayı ayırt edemezler. Küçük çocuklar, duyularına sunulan ve fantezi güçlerini kışkırtan her şeyi gerçek, sahici ve hakiki olarak algılar.
Ancak özgürce ve bağımsız düşünebilen, idrak eden ve yargıya varabilen insan, görüntü ile gerçeklik arasında güvenli biçimde ayrım yapabilir. – Çocuklar henüz bunu beceremez. Erişkinlerin kendilerine dünyayı bir ekran üstünde göründüğü gibi değil, tersine olduğu gibi göstermelerine muhtaçtırlar. Çocukların gerçekliğe, sahiciliğe hakları vardır.
Çocuklar hayal gücü olan varlıklardır
Çocuklukta düş gücü, öncelikle duyusal algılamalara ve çok yönlü yaşantılara muhtaç olan bir yaratıcı güçtür. Ama sonra çocuk, bu sayede kendini arı duyular dünyasından kurtarır, algılananı ve yaşananı başlangıçtaki bağlamlarından çözer ve kendi faal ve yaratıcı süreci içinde hiçbir yerde hiçbir zaman böyle olmamış olan yeni bir şey oluşabilir. Çocuklar, düş gücü kuvvetiyle her gün yepyeni dünyalar yaratır. Bunu son derece yoğun biçimde yaparlar, çünkü içlerinde ilgiyle, sempatiyle her şeyi içlerine almak, bunları birbirleriyle bağdaştırmak, karıştırmak ve yükseltmek için derin bir ihtiyacı ve yeteneği birlikte getirmişlerdir.
Önceden verili davranış değişkeleriyle bir çocuk-yazılımı, daima çocukluktaki düş gücünün kısıtlanması, daraltılması anlamına gelir ve ileriki yıllar için gerekli yaratıcı ve yenilikçi yeteneklerin temelini oluşturmaz. Özgür bırakan, ayrıntısına kadar belirlenmiş olmayan oyuncaklar, doğal malzemeler sınırsız renk ve biçim çeşitliliğiyle çocuğun yaratıcı güçlerini, en iyi yazılımdan çok daha iyi şekilde uyarırlar. Masallar ve doğada keşif seyahatleri gerçekten bireysel fantezi faaliyetini uyarır, oysa her yazılım sadece programlanmış bir çerçeve dahilinde yapılanmaya izin verir.
Nörobiyolojik araştırmalar da yıllardır sağlıklı ve ayrışmış beyin yapılanma süreçleri için çocukların uzun yıllar boyunca önce yoğun bir şekilde gerçek dünyayı tanımaları ve deneyimlemeleri gerektiği, “dünyayla karşılıklı etkileşime girmeleri” gerektiği konusunda gittikçe daha fazla kanıt bulmaktadır. Ancak suya elimi sokup onu ellerimle kavradığımda, suyun ıslak olduğunun nasıl bir şey olduğunu bilebilirim. Aynı zamanda damladığını ve fokurdadığını işitirim, dalgalarını ve yansımalarını görürüm, belki denizin kokusunu duyarım ya da göl kenarındaki çimenlerin kokusunu ve böylece topluca bir izlenim edinirim. Bu izlenim içimde – bunun gibi pek çok başka deneyimle birlikte – su hakkında daha karmaşık ve ayrışmış bir su kavramına, bilgisine götürür beni. Bu içsel temsile, içsel karşılığa (henüz) sahip değilsem, bilgisayardaki en renkli resimleri ve en tiz sesleri bile anlayamam. Bunlardan şunu çıkarsayabiliriz: Bilgisayarların çocuk odasında, çocuk yuvasında ve okul öncesi ana sınıfında hiç işi yoktur. Okulda bile kullanımı, şimdiki “huni-çılgınlığı” sırasında ne yazık ki yapılamadığı üzere, büyük ölçüde eleştirel biçimde ele alınmalıdır. (Manfred Spitzer, Öğrenme, Beyin Araştırmaları ve Yaşam Okulu, S.225 – Ç.N.: çocuk beynini bir huniye benzeten ve huniye gittikçe daha erken ve gittikçe daha çok bilgi akıtan eğitim imgesi hakkında)
Çocuklar hareket insanlarıdır
Dünyayı araştırmak isteyen insanın, yola çıkması gerekir. Çocuklar bakımından bu, yürümek, zıplamak, hoplamak, atlamak, tırmanmak, dengelenmek, sallanmak, ip atlamak, kazmak, kumdan kaleler yapmak demektir, ama aynı zamanda boyamak, yoğurmak ve sebze kesmek ve bu sırada kendi parmak becerilerini geliştirmek, ince motorik alıştırmaları yapmak demektir.
İsviçreli psikolog Jean Piaget, geçen yüzyılın daha kırklı yıllarında çocuğun hareketliliğinde kendi algısal, bilişsel, toplumsal ve duygusal gelişiminin başlıca temellerini keşfetmişti. Kendi denge duyusunu geliştirmemiş bir insanın, ruhsal dengeyle de sorunları olduğunu biliyordu. Harekette bozukluklar, sıklıkla gecikmiş bir konuşma ve dil becerisi ile at başı gider. Duyuların gelişimi ne ölçüde engellenmişse, anlama gelişimi de, öğrenme de o ölçüde engellenmiştir. Kendi genç nesillerinde duyusal gelişmeyi desteklemeyen bir toplum, böylece tüm entelektüel kapasitesini iğdiş ediyor demektir.
Ama hareket organları sadece eller, kollar, bacaklar değildir, insanın gözü de bir hareket organıdır. Yakına veya uzağa bakmaya göre göz merceği, durmadan hareket halindedir, gözbebeği ortamdaki ışık koşullarına uygun şekilde daima genişler veya daralır. Gözlerle bir nesneyi algılamak için, onun siluetine ve tekil parçalarına gözümüzle dokunuruz.
Bilgisayarla çalışırken, gözün bu hareket yatkınlığı belirgin ölçüde kısıtlanmış, dumura uğratılmıştır. Gözle alet arasındaki mesafe daima aynı kalır, doğal mekanın üç boyutluluğu ortadan kaldırılmıştır ve basitleştirilerek sadece iki boyutluluğa indirgenmiştir, renk kalitesi yapay hale getirilmiştir. Normal olarak 200° olan bakış alanı gittikçe daralır ve en kötü halde 70° – 80° ye kadar düşer. Çok televizyon izleyen ya da bilgisayar önünde oturan çocuklarda, zamanla gözler hareket kabiliyetini yitirirler. O zaman bu çocuklar, dengede kalmakta güçlük çekmeye başlar, bir yerde dengesini bulma sorunları yaşarlar, kay-kay veya bisiklete binemezler – büyük ölçüde kaza geçirme olasılığı vardır.
Hemen erken yaşlarda bilgisayarla işlem görmek, hareket gelişimini engeller ve ne çocuk odasına ne de çocuk yuvasına koyulmalıdır.
Dil, düşüncelerin arabasıdır
Çocuklar ancak konuşulan bir çevrede konuşmayı öğrenirler, bunun için gerekli itiyi doğuştan birlikte getirirler. Ancak bu gücü yapılandırma şansı, açıkçası günümüzde artık büyük ölçüde engellenmiş durumda. Son 25 yıldır dil gelişimi ve konuşma bozuklukları hızla artmıştır. Üç ile beş yaşlarındaki her dört çocuktan biri buna benzer bozukluklar göstermektedir ve bunun sonu yoktur. Yetersiz dilsel gelişim, ruhsal körelme ile at başı gider, kendi duygularını ifade edebilme ve kendini başka bir insana anlatabilme yetisi dumura uğrar. Ruhsal mekan, çocukların içsel yaşantı yeteneği yoksullaşır. Erken çocukluk dönemi konuşma bozuklukları üstelik, düşünme kuvvetlerinin gelişimini de olumsuz etkiler.
Çocukların dünyayı ve kendilerini anlamayı öğrenmeleri için, kendi başlarına düşünmeyi öğrenmeleri gerekir. Algılananı, duyumsananı ve düşünüleni anlamlı bir bağlam içinde bir araya getirmeyi, neden ile sonucu birbirinden ayırt etmeyi, düşünerek fikirlerle bağlantı kurmayı ve düşünülmüş olanları faal bir şekilde yeniden düşünebilmeyi öğrenmeleri gerekir.
Gittikçe daha fazla araştırma, bir yanda konuşma ve düşünme bozuklukları ile öte yanda sıklıkla elektronik medya kullanımı arasında bir bağlantı görmektedirler. Çocuğun sürekli olarak konuşmalar duyduğu televizyon bile, dil ve konuşma gelişimini desteklememektedir. Çünkü burada öncelikle önemli olan, konuşulanı sadece işitmek değildir, tersine burada hiçbir televizyonun ve hiçbir sesli bilgisayarın üstlenemeyeceği iki etken önemlidir: Bir yanda konuşanla işiten arasındaki toplumsal ilişkinin olumlu kalitesi ve öte yanda erişkinin dilsel rol modeli işlevi ile ona yönelen, faal olarak onu taklit etmek isteyen çocuğun yetisi.
Teknik gelişmelerin kazanımları insandan pek çok şeyi alıp götürdü, bedensel çalışmayı makineler üstlendi ve bilgisayarlar bizim yerimize düşünüveriyorlar. Ancak, erişkinler için belki de yardımcı olan ve hoşa gidebilen bir şey, çocuklar için zararlı olur: Fareye tıklamak yaşamı belirliyorsa, çocukların kendi bedensel güçlerini deneyimleme ve onların kullanımını uygulamaya sokma fırsatları gittikçe azalmaktadır; bireyselliklerini, yaratıcılıklarını deneyimleme ve bu sırada bilgi ve tecrübe toplama gibi şeyler hiç aranmamaktadır. – Çocuklar yazılım ölçülerine göre kesilip biçilmekte: Gerçeklik yerine sanallık ve gelişme yerine koşullanma.
Düğmeye basarak yaşam olanaksız
Pek çok çocuk için yaşam tam otomatik haldedir veya bir sihirli numara vardır: Bir düğmeye basılır ve bir makine harekete geçer, ışık yanar veya söner, elektrikli süpürge çalışır, araba gider. Çocuklar günümüzde birbiriyle bağlantılı ve içine nüfuz edilip anlaşılabilen davranış akışlarını gittikçe daha az algılayabiliyorlar, kendilerince birbiriyle bağlantılı ve anlamlı faaliyetlerin alıştırmasını yapabildiklerini hele hiç söyleyemeyiz.
O bakımdan merkezi bir eğitimsel görev, çocuklara gözlem yapabilecekleri, genel olarak içine girip tecrübe edinebilecekleri, neden sonuç ilişkisini izleyebilecekleri ve anlamlı biçimde davranmayı öğrenebilecekleri deneyimleme olanakları yaratmaktır. Örneğin bir köydeki çiftliğe bir gezi yapıldığında: Çocuklar orada tahıl çuvallarını görür, buğdayın ya da arpanın kokusunu içine çekebilir ve böyle bir çuvala elini soktuğunda, tahılın parmakların arasından akıp gitmesinin nasıl bir duygu olduğunu yaşayabilir. Böylece duyular faaliyete geçirilir. Sonra bir tahıl torbası satın alınır ve çocuk yuvasına götürülür. Ertesi gün çocuklar, tahılların ve el değirmeninin resmini yaparlar. Bu işlem, kuvvet ve dayanıklılık gerektirir. Sonra hamuru yoğururlar, ekmekçikleri, simitleri veya henüz adı olmayan bazı şeyleri biçimlendirirler. Fırına koyduktan sonra ise, taze ekmek kokusu bütün yuvayı kaplar. Güzelce hazırlanmış masada sonra hep birlikte bir şarkı söylenir, bir tekerleme yinelenir, çocuklar bütün bunların oluşmasına yol açan ve büyümesini sağlayan güneşe, yağmura, toprak anaya veya sevgili Tanrıya şükran duygularını ifade ederler ve sonra zevkle ekmeklerini yerler.
Bu küçücük örnekte görüldüğü gibi, ne kadar zengin bir algılama bağlamı ve yaşantı mekanları ortaya çıkıyor bu sayede! İşte tam da bu duyusal algılamalar, ruhsal yaşantılar, kendi faaliyetleri, toplumsal birliktelik, anlamlı davranış akışına ait mantık silsilesi algılanır ve teşekkür etme eylemi de ileride okulda da birbiriyle bağlantılı düşünme ve bilgi edinme sürecini yapılandıracak temelleri atarlar.
Çocuk yuvasına bilgisayar yerleştirmek, buna hiç katkı sağlamaza, bunlar psikolojik, pedagojik ve mali bakımdan yanlış birer yatırımdır. Çocuklar bunların işlev görme şekline nüfuz edemezler gerçek neden-sonuç ilişkisi gizli kalır, kendi davranışlarından tecrübe edinme gerçekleşmez.
Şiddetli örnekler
Ama mesele başlı başına yalnızca bilgisayar da değil aslında. Bilgisayarın aktardığı içerikler de sorun. Daha bilgisayar oyunu kavramı bile çoğu zaman yanıltıyor, çünkü çoğu oyunda söz konusu olan gerçekliğin oyunbaz biçimde araştırılmasıyla kalmıyor asla. Genelde şiddeti sinirleri kışkırtmak için ortaya sürüyorlar ve şiddet eğitimi yapıyorlar – en azından dolaylı olarak. Şimdiye kadar elde edilen araştırma verileri açıkça, medyadaki şiddetin çocukların davranışlarını olumsuz yönde etkilediğine işaret etmektedir. Şiddet düzeyi yükselmekte, şiddetin kabul edilebilirliği artmakta şiddet gittikçe daha çok normal olarak görülmektedir. Bu ise sinsi bir ruhsal dumura uğrama, duyarsızlaşma sürecine yol açmaktadır, acıma, eş duyumsama, yardımlaşma yatkınlığı, sevgi ve şefkat gibi temel insani tutumlar bastırılmaktadır. Bochum Üniversitesinde yapılan araştırmalar (Clemens Trudewind ile Rita Steckel), duygusal bakımdan korunaklı bir çevrede yetişen çocukların, emosyonel bakımdan güvensiz koşullarda yaşayan çocuklara nazaran bu şiddete karşı duyarsızlaştırılmaya daha az yatkın olduklarının özellikle altını çizmektedir. Ruhsal olarak bağlantısız kalma, şiddetin yeşereceği zemini hazırlamaktadır, gittikçe büyüyen şiddet çocukları ve gençleri daha yoğun bir bağlantısızlığa ve güvensizliğe itmektedir: böylece şeytani bir şiddet kısır döngüsü harekete geçmektedir. Çocuk yuvasındaki çocuklar hiçbir biçimde “şiddet oyunlarına” doğrudan giremedikleri halde, yine de bunun toprağı sürülmekte, yeşereceği zemin hazırlanmaktadır. Çocuk bilgisayarla tanıştırılır, onunla haşır neşir olmak normal hale gelir ve sonra bir ara sadece içerikler değişiverir ve tamam.
Her şeyin zamanı var
Pek çok anne-baba için bilgisayar bu arada gündelik yaşamın bir parçası oldu. İletişim sanayii, devlet tarafından kararlaştırılan zorunlu eğitim ve öğretim tasarıları ve modernlik kuramları arasındaki uğursuz bir ittifak, çocuk yuvalarını, okulları ve tabii anne babalarla eğitmenleri, kendilerini yeni teknik gelişmelere bütünüyle bırakmaları ve teslim olmaları için, gittikçe artan bir baskıya maruz bırakmaktadır. “Çocuklarımızı modern çalışma yaşamına zamanında hazırlamak zorundayız ve bunu istiyoruz”, “Çocuklarımızın gerçeklikten uzak bir dünyada büyümesini istemiyoruz” veya “Bilgisayar artık yaşamımıza girdi, öyleyse onu kullanmayı öğrenmeliyiz ve bunu ne kadar erken yaparsak çocuklar o ölçüde kolay bunlara alışırlar”. Pek çok anne baba veya eğitmen bu veya benzeri ifadelerle konuşmaktadır, koruma altına aldıkları küçüklerin gelişimi için bütünüyle iyi niyetli olduklarına kuşku yok.
Ancak, çok iyi anlayabildiğimiz bu iyi niyetli eğitsel sorumluluk, tam tersi bir bakış açısına götürür bizi. Burada mesele, başlı başına bilgisayarları kötülemek veya damgalamak değildir. Onlar, pek çok işi kolaylaştıran, hızlandıran veya bilgileri emre amade kılan yardımcı aletlerdir. Ama, küçük çocukların ihtiyacı olan bu mudur? Gelişimleri ve eğitimlerinde söz konusu olan, hiç de bilgisayarların erişkinlere sunduğu bu olanaklar değildir.
Çocuklar oynayarak öğrenir ve öncelikle de kendi yapıp etmeleri üzerinden öğrenirler. Çocuklar, işlerin kolaylaştırılmasını filan da istemezler; hele bu önemli ve aynı zamanda zorlayıcı “oyun-işi” iyice öğrenip, ona hakim olmadan bu kolaylığı istemezler.
Çocuklar kendilerine gerekli bilgileri tıklayarak edinmezler, çünkü bu sırada özgün hiçbir şey öğrenemezler. Onlar algılama, taklit etme ve düş gücüyle kendi başına yapıp etme üzerinden öğrenirler. Böylece deneyim dağarcıkları gittikçe büyür, içsel ve dışsal bakımdan faal olurlar, hem ele geçirerek bağlantıları kavrarlar ve kendilerine gerçekçi bir dünya inşa ederler. Bu sayede düşünmeleri, daha baştan itibaren soyutlamaya zorlanmaz.
Erişkinin örnek ve model olduğu davranışlar ne kadar anlamlı, mantıklı ve neden-sonuç ilişkisini gösterir bir izlek takip eder biçimde olursa, çocukların davranışları da o ölçüde ruhsallıkla nüfuz edilmiş derinlikli şekilde gelişebilir. Daha sonra, yuva yaşını geçtikten epey bir sonra bu somut algılamalardan düşünme gelişerek bağımsızlaşır ve artık yalnızca kendi davranışlarına dayanmaz, gittikçe daha fazla özgür ve bağımsız hale gelir.
Çocuğun düş gücü, çocuk yuvası yaşında henüz oyunbaz, biçimlendirici yapıp etmeye bağlıdır. Gençlikte ve özellikle de erişkinlikte bu fantezi kuvvetleri sonra yaratıcı düşünce kuvvetlerine dönüşürler ve onlar da başlangıçtaki faaliyetlere sıkı bağlılıktan kurtulurlar. Bu sayede erişkinin düş gücü sonra yeni fikirler ve ödevlerin biçimlendirilmesi için bağımsız ve özgür hale gelir.
Bu yaştaki çocuklar toplumsal yetkinliği öncelikle birlikte oynadıkları sırada geliştirirler – bu da, toplumsal çelişkileri çözmeyi öğrenmeyi de içerir -, oyun sırasında yön verici öyküler, mevsimlere göre yıllık kutlama oyunları ve yavaş yavaş küçük sorumluluklar ve görevler üstlenme yoluyla gelişirler.
Bütün bu birebir yaşama ve öğrenme tecrübelerine bilgisayarın hiçbir katkısı olamaz – çocukların ihtiyacı olan şeyleri veremezler: Duyusal algılamalar, fantezi, hareket etme, konuşmalar ve yaratıcı düşünce. Çocuk yuvasında bilgisayarlar çocukların gelişimini engellemektedir, onların çocukluk zamanını çalmakta ve tüketmektedir.
Bizim erişkin düşünce tarzımız bugün çoğu yerde “ne kadar erken, o kadar iyi” şeklinde damgalanmıştır. Artık “Her şeyin zamanı var” için zaman geldi de geçmekte!
Yazar hakkında:
Peter Lang, Diplom-Pedagog, Pedagoji, Psikoloji ve Waldorf Pedagojisi doçenti, Kaunas/Litvanya, Odessa/Ukrayna, Seul/Kore ve İstanbul/Türkiye’deki Seminerlerde doçent ve refakatçi. Baden-Württemberg’deki Waldorf çocuk yuvaları Birliğinde Yönetim Kurulu üyesi, ve Alman Waldorf Çocuk Yuvaları Birliği kamu çalışmaları çalıştayında üye,
Çocukluğunu Yaşama Hakkı – Bir İnsan Hakkı dizisini yayıma hazırlıyor.
Kaynakça:
- Bauer Joachim, Bedenin belleği, München 2009
- Bauer Joachim, Senin hissettiğini neden ben de hissediyorum, München 2009
- Geabuer Karl / Hüther Gerald, Çocukların yön bulmaya ihtiyacı var, Dusseldorf/Zürich 2002
- Hüther Gerald, Bir insan beyni için kullanım talimatı, Göttingen 2002
- Hübner Edwin, Bilgisayarla yaşamak. Çocukları eğitmek, geleceği biçimlendirmek, Stuttgart 2001
- Largo H. Remo, Çocukluk yılları. Eğitsel meydan okuma olarak çocuğun bireyselliği, München 2000
- Postman Neil, Teknopol – Teknolojilerin iktidarı ve toplumun hacir altına alınması, Frankfurt 1992
- Rittelmeyer Christian, Çocuğun ilk deneyimleri, Stuttgart 2005
- Rittelmeyer Christian, Çocukluk zorda, Stuttgart 2007
- Spitzer manfred, Öğrenme, beyin araştırmaları ve yaşam okulu, Heidelberg/Berlin 2003
- Spitzer Manfred, Dikkat ekran! Elektronik medya, beyin araştırmaları, sağlık ve toplum, Stuttgart, 2005
- Steckel Rita, Video oyunlarında şiddet, Waxmann Yayınevi 1998
- Stoll Clifford, LogOut. Neden bilgisayarın sınıfta yeri yok ve başka zındıklıklar, Frankfurt 2001