Hiperaktif Çocuklar ve Aslında Dikkat Bozukluklarının Ardında Yatan Nedir?

yazan ESDD
23742 views

Şifalı pedagoji uzmanı, çocuk terapisti ve yazar Henning Köhler ile bir söyleşi

Spiel und Zukunft, 01/2009 sayısından alınmıştır.
Çeviri: Tarhan Onur

Başkalarıyla birlikte Nürtingen’de kurduğu “Janus Korczak Enstitüsü”nde ambulant pratisyen çocuk terapisti ve şifalı pedagoji uzmanı olarak çalışıyor, 1951 doğumlu. “Bu dünyada çocuk olmak” konulu pek çok kitabın yazarı.
“Geçen zaman içinde örselediğimiz bu dünya, artık çocuklara göre bir dünya olmaktan çıktı. Güç ilişki kurulan çocuklar olarak sözü edilenler, aslında davranış bozukluğu göstermezler, tersine davranış bozukluklarının sonuçlarına maruz kalıp acı çekenlerdir. ADS ya da Legasteni (bu yapıntıların bilim kuramsal inanılırlık yetersizliğinden haberi olan pek az insan var) gibi adlandırmalar, çocukluk dünyası ile erişkin dünyası arasında gittikçe daha düşmanca olmaya başlayan bir yabancılaşma sürecinin alarm veren işaretleri. O nedenle acilen bir rota değişikliğine ihtiyacımız var. Çünkü hiperaktif bir çocuğa sahip olmak bir şanssızlık değil. Şanssızlık, hiperaktif bir çocuğu olmanın şanssızlık olarak nitelendirilmesinde.” diyor şifalı pedagoji uzmanı ve çocuk terapisti Henning Köhler.

Bay Köhler, ADS kavramının ardında ne var?
Bunun ardında “Dikkat Yetersizliği Sendromu” denen çirkin kavram yatıyor. Aslında ADS, günümüzde beklenen ölçüde yoğunlaşamayan ve uyum sağlayamayan çocuklar için kullanılan bir toplu tanım. Bu çocukların çoğu sarsak, itaatsiz, yerinde duramayan küstah tipler, bir bölümü de sessiz, sakin ve hülyalı. Sözüm ona ADS’li denen çocukların bir eksiklikleri olduğu savı, bu haliyle bilimsel araştırmaların sonucu değildir, tersine araştırmalara eklenen ve onlara, haklı çıkma temeli olarak hizmet eden bir ön kabul, bir önyargıdır. ADS kavramını şöyle açıklayabiliriz: Burada, sapan bir algılama ve iletişim stili söz konusudur. En ince nöron yapılarına kadar, görece ender, ama görünüşe bakılırsa gittikçe daha sık ortaya çıkan değişik bir zeka tipidir. Bunların da itinalı, korumalı bir desteğe ihtiyacı vardır. Aksi takdirde, kesintisiz doyumsuzluk yaşantıları oluşabilir. Bu doyumsuzluklar da bu kez toplumsal davranış sorunlarının hızla yükselmesine yol açabilir.

Kitaplarınızdan birindeki, “Lönnebergalı Michel yoğunlaşma sorunları olan biri miydi?” diye soruyorsunuz. Bunu nasıl anlamalıyız?
Şu sorularla uzun süre ve derinlemesine uğraştım: Ünlü haylaz çocuk Ludwig Thoma’nın oynadığı oyunların ardında yatan, yoğunlaşma sorunları mıydı? Astrid Lindgren’in Lönnebergalı Michel’i bu yüzden “daima anlam içindeki abes” midir? Michael Ende’nin aynı adlı romanındaki küçük düş dansçısı  Momo’nun beyni iyi çalışmıyor muydu? Bu mucizevi küçük yazın kahramanlarını ADS-çocuklarıyla karşılaştırmanın hiç de doğru olmadığı itirazları gelecektir.  Öyle mi? Erişkinlerin bir kez daha Thomas’ın haylazlık öykülerini ve Lindgren’in Michel kitaplarını karıştırmalarını salık veriyorum.

Ludwig umutsuz bir durum, eğitilemez biri. Oyunları ve pervasızlığı ile neredeyse tüm otorite kişilerini çileden çıkarmış, ahlaki bakımdan kötüye gitmiş biri. Hele Lönnebergalı Michel! Nereye giderse gitsin, her yerde onulmaz karmaşa çıkaran biri. Fantezide kendimizi uyumsuz çocuklarla seve seve özdeşleştiririz, dar kafalı erişkinlere ve onların sıkıcı uyum sağlama taleplerine karşı antipati hissederiz. Ludwig’in ya da Michel’in bir beyin işlev bozukluğundan muzdarip olabilecekleri aklımıza bile gelmez. ADS tanısı ile kliniğimize gelen on çocuktan kabaca sekizi Ludwig, Michel ya da Momo olabiliyor. Ama onların pek çoğuna ümitsiz durumdayken rastlıyoruz – hasta olduklarından değil, ama kendilerini anlaşılmamış, reddedilmiş, kısıtlanmış, acı verecek ölçüde sıkıştırılmış ve suçlu hissettikleri ve yavaş yavaş kendilerinin bir beyin kusurundan muzdarip olduklarına inanmaya başladıkları için.

Bu çocukları ilaçlarla sakinleştirmek sorumsuzluk değil mi?
Evet, hem de fazlasıyla. Gittikçe daha fazla sözde ADS’li çocuğun daima daha erken yaşta Ritalin gibi
bilinci değiştiren ilaçlarla tedavi edilmeye çalışılması bir skandal! On binlerce okul çocuğu, kahvaltıda ya da teneffüste üzüm şekeri tableti gibi Ritalin yutmakta. Oysa etkin maddesi olan metil fenidatın uyuşturucu madde yasasına girmesi boşuna değildir.

Bu madde amfetamin ve kokaine çok yakındır. Ekindeki kullanım talimatında olası istenmeyen yan etkiler listesinde, tam liste olmamakla birlikte, dehşet verici ifadeler okuyoruz. Buna ek olarak, olgunlaşmakta olan çocuk organizması, her tür zehire, tamamen olgunlaşmış erişkin organizmasından çok daha duyarlı yanıt vermektedir.

Ama satışlar, her yıl yüzde yüz artmaktadır. Üstelik, sonradan ortaya çıkabilecek olası ağırlaştırıcı sonuçlar henüz yeterince güvenilir biçimde araştırılmamıştır. Bu tür endişeler teyid edilmeyecek olsa bile, yine de şu gerçek yeterince dehşet verici: Davranışları beklentilere uymayan yüz binlerce çocuk, yegane hedefi onları uysallaştırmak olan bir uyuşturucu almaktadır. Anne-babaları teşhir direğine bağlamak istemiyorum asla. Benim için önemli olan ölçü. Eğer bu ilaç, sadece aşırı zorunlu ve çaresiz durumlarda istisna olarak kısa bir süre için geçiş döneminde kullanılıyor olsa, haydi neyse, sorunumuz olmazdı. Ama Ritalin modası, işin içine nüfuz etmeyi öğrenmemiz gereken bir ruhsuzluğun sonucudur. Ve ADS-mitosunu yaratan da aynı ruhsuzluktur.

Burada yanlış olan nedir?
Bugün çocuk gelişiminin standartlarından sapmaları, hoşgörü ve saygıyla karşılamaktan ne yazık ki çok uzak bir hayalet tarafından yönlendiriliyoruz. Çocuğun içindeki çocuğu zamanından önce kovalayıp çıkarmak hiç iyi değil, yoksa yaşamın güç kaynaklarını kurutmuş oluruz.

Çocukların çoğu, bu çocukluktan uzaklaştırıldıkları dönemde acı çekiyor ve bu nedenle yardıma ihtiyaçları var. Kendilerini sıkı sıkıya bağlanmış, kısıtlanmış, dar sokağa sürüklenmiş, ayaklarına kurşun bağlanmış, doyumsuz, telaşlı ve aşırı yüklenilmiş hissediyorlar. Ama genellikle hiç yardım alamıyorlar. Daha çok ilaçlarla sakinleştirilip susturuluyorlar. Bir çocuk istediği kadar hareketli, canlı ve korkusuz olsun, istediği kadar güçlü ruhsal direnme gücüne sahip olsun, kendisi için en önemli olan dayanıp güvendiği kişi, onda kusurlu veya engelli bir birey görüyorsa, bu zamanla derin, kalıcı bir güvensizliğe yol açmaktadır. Kendine değer verme duygusu zedelenmekte; ve bu süreci ileri safhalarda yeniden geri döndürmenin hiç olanaklı olmadığını, hepimiz biliyoruz.

Peki, ilaç olmadan da terapi olanaklı mı?
Evet, toplumsal sıcaklık, anlayış, değer bilirlik, itinalı pedagojik kılavuzluk ve çocukların güçlü yanlarından başlayan bir teşvik sağlanabilirse elbette olanaklı. Güç yaklaşabildiğimiz çocuklara cesaret, güven duyguları verebiliriz.
Masallarda gerçek “Ben”i simgeleyen “en genç” kahramana, gezgin delikanlıya yol göstericileri tarafından armağan edilen sihirli nesneler, ona en zorlu durumlarda yardımcı olurlar. Dürüst, sevgi ve şefkat dolu samimi değer bilirliğimizle çocuğun ruhuna böyle armağanlar aktarabiliriz. Bu tutum, sınırlar koymak gerektiğinde bizi kısıtlamaz. Çocuklarımızın gerçek yeteneklerini tanıyabilirsek, onların kendilerine güvenmelerine yardımcı olabiliriz. Oysa Ritalin, çocuğun kendi kendine yabancılaşmasına yol açar. Illinois Üniversitesi’ndeki Çocuk gelişimi ve çocuk davranışları Enstitüsünde yapılan bir araştırma kapsamında, çocuklara duyguları sorulmuş. Çoğu, bu ilacı almayı reddediyor  ya da ilaçtan nefret ediyordu. En sık dillenilen nedenler; oyun oynama sevincini yitirmelerine yol açması, onlara hüzün vermesi ve sanki yabancı bir şey tarafından idare ediliyormuş duygusuna kapılmaları ve kendi kendini tanıyamama duygusuydu.

Bu Ritalin modası nasıl durdurulabilir?
Bence ergin yetişkinler olarak bu konuyu bizzat ele almamız ve en alttan itibaren  “Ritalin mi – HAYIR – TEŞEKKÜRLER”  hareketi başlatmamız gerekiyor. Bu tartışmalı ilacı damgalamak değil amacım; aşırı durumlarda Ritalin geçici bir destek opsiyonu olarak kalabilir.

Bu konuda özgürce karar verebilen erişkinler, bu ilacı alabilirler istiyorlarsa. Ama lütfen çocuklarımızı buna karşı koruyalım! Ritalinin yaygın ve kısmen de hiç eleştirel olmayan kullanımı ile,  çocuk yaşlarda alındığı zaman beyin gelişimine yaptığı etkiler ve uzun vadede ortaya çıkacak sonuçlar konusunda bilinenlerin azlığı arasında göze çarpan bir çelişki bulunmaktadır. Bununla ilgili sistematik araştırmalar eksiktir. Parkinson hastalığı gibi sonradan ortaya çıkabilecek ağır hasar kuşkusu, şimdiye kadar gücünden bir şey kaybetmemiştir.

Bunun yerine siz hangi terapiyi salık verirsiniz?
Her şey doğallıkla yaşanıyor olsa, bu çocukların terapiye ihtiyacı olmazdı. Çünkü maskesiz çocuk olmak, nereden bakarsanız bakın patolojik, yani hastalıklı bir şey değildir. Ama doğal olan bir şey yok ki. O nedenle günümüzün Ludwigleri, Michelleri ve Momoları yeniden kendilerine güvenebilmek için ve sürünerek yaklaşan katlanma ve vazgeçme duygularına karşı ruhsal bakıma, desteğe, avutucu ve güç verici, değerbilir kılavuzluğa ihtiyaçları var.  Sonra ikinci sırada belki konsantrasyonu teşvik edici ve davranışları şefkat ve incelikle düzeltici önlemler göz önüne alınabilir. Ama her şeyden önce, gittikçe daha olumsuz hale gelen bir kendilik duygusunun ya da imgesinin gelişme süreci kırılmalı ve tersine çevrilmelidir. Ancak son zamanlarda her ne kadar rahatsızlık verse de, sağlıklı çocukça yaramazlıklar, küstahlıklar olduğunu, ama bunlara biz eğitimcilerin ve anne-babaların düşmanca bakmaması gerektiğini, tersine farkına vararak yaratıcı yollara yönlendirebileceğimizi ve bunun becerilebileceğini unuttuk sanki. İşlevsel olmak, akıllı olmak, kendini kontrol altında tutmak, başarı ölçütlerine göre davranışlara maruz kalmak; bunların hepsi de bir çocuğu zamanla çileden çıkarır. Çocuklar şöyle ya da böyle isyankardır, şakacı, utanmaz, maceracıdır, dikkatsiz, disiplinsiz, şaklaban, inatçı, hayalci, gerçeklere yabancıdır, ölçüsüz, mantıksız, düzensizdir, saygısız, tepkisel, kolaylıkla yönlendirilebilir, kavgacıdır, önceden kestirilemez ve nankördür. Zaman zaman biri ya da öbürüdür. Çocuk eğitimiyle uğraşmak isteyen biri, sözü geçen bu niteliklere prensipte sempati duyabilmelidir. Çocuğun içindeki çocuğu zamansızca çıkarmaya çalışmamak gerekir, aksi takdirde yaşam için gerekli kuvvet kaynaklarını kurutmuş oluruz. Zamanımız bu niteliklere sempati beslemiyor, tersine onları gammazlıyor ve suçluyor. İşte bu, çocukları hasta ediyor. Benim istediğim, çocuklarımıza bakışımızı özgürleştirmemiz ve böylece günümüzde çektikleri gerçek yoksunluğa bakışımızı bağımsız hale getirmemizdir.

Anne-babalar ne yapabilir?
Her şeyden önce, onları kendi çocuğunun arkasında bir kaya gibi durmanın yanlış olduğuna ikna etmeye çalışanlara kulak asmamaları önemlidir. Tam tersine. Çocuk geriye dönüp baktığında, “o zamanlar, herkes beni yapayalnız bıraktığında, annemle babam hiç sarsılmaz biçimde benim tarafımı tuttular” diyebilmek çok kuvvet verici bir duygudur. Bana, “olduğum gibi onlar için değerli olduğumu” hissettirdiler. Benim yerime asla başka bir çocukları olsun istemediklerini, söylediler” duygusunu yaşayabilmek çok önemlidir.

Demek ki, yaşamda çocuğun bireyselliğinin en içteki ana motifi için bir sezgi geliştirmek önemlidir. Bunun bir koşulu vardır; her tür değerlendirmeden kaçınmak zorunludur. Ancak o zaman çocuğun baştan sona kendine özgü, başka bir şeyle karşılaştırılamaz stili için bir algılama dağarcığı geliştirebiliriz.  Bunu başarabildiğimiz ölçüde, çocuk kendini güçlenmiş, desteklenmiş, korunmuş hisseder. Anne-babaların ve eğitmenlerin, hiperaktif çocuklarla karşılıklı çalışmada belli bir sarsılmazlığa ve rahatlığa ihtiyaçları vardır. Bu, alıştırma olmadan becerilemez. Çünkü ancak kendi içimizde tutunacak bir yerimiz varsa, çocuğa da tutunacak bir yer olabiliriz. Binlerce komut vermek ve yüz binlerce sınır koymak yerine, o zaman yalnızca orada, yanında bulunmaklığımızla düzenleyici, doğrultucu ve sırtını güçlendirici bir etki yapabiliriz.

Hiperaktif çocuklarda özel olan nedir?
Bu çocuklar aşırı oyunbaz çocuklardır. Aralarından motorik bakımdan fazlasıyla aktif olanlar, yani Astrid Lindgren’in Lönnebergalı Michel’ine benzeyenler, en çok dışarıda esip savururlar. Çevreyi araştırırlar, yapılabilecek her şeyi denerler, çukur kazarlar, kürek çekerler, tırmanırlar, zıplayıp hoplarlar, el işleri yaparlar, araştırırlar, bir şeyler toplarlar. Bu onların dünyasıdır. Büyük araziye dağılarak oynanan oyunları ve maceracı gezileri de severler. En çok da bunları başkalarıyla birlikte yapmayı isterler. Buna karşın sessiz, sakin ve hayalci olanları, yani bize Michael Ende’nin Momosunu anımsatanlar, daha çok yalnız olmayı severler ve büyülü bir biçimde gerçeklikle iç içe geçen bir içsel dünyada yaşarlar. Ama Ritalin, bu çocukların çoğunda, bütün bunlara karşı heves ve heyecanı öldürür. Sevinç ve neşe kalmaz olur. Bunu şöyle görmeli: Bir çocuğa Ritalin verilir; ondan sonra okulda işlev görür, ama artık oyun oynayamaz! Çocuklar için gönlünde yer olan insanların, bu ilaca karşı çıkmak için, aslında başka bir bilgiye de ihtiyaçları yoktur.

Hiperaktif çocuklar, kolayca dikkati dağılabilen çocuklardır denir. Aslında hafif bir yönlendirilebilirlik prensip olarak çocuğun niteliklerinden biridir. Ama neden daima ve yeniden yalnızca olumsuz yönlerin altı çiziliyor? “Kolaylıkla dikkati dağıtılabilir” yerine, “dünyaya taşkın ilgi duyan”  ibaresi kullanılabilir. Ben bu çocukları seve seve araştırıcı ruhu olan çocuklar olarak tanımlıyorum.

Onların temel kuralı, arayıştır, araştırmaktır. Bundan sonra ne keşfedebilirim? Dünyanın bana hazırladığı daha ne sürprizler var?  der gibidirler. Daima her şeyi merak ederler, her şeye ilgi duyarlar. Bazen bu bize gerçekten fazla gelebilir. Ama bu özünde harika bir özelliktir. Araştırıcı ruhu olan bu çocuklara, dikkat yetersizliği damgası vurmak aslında büyük yanılgıdır. Onlarda olan ve her öğretmenin bilmesi gereken şudur: Onlar dikkatlerini bir şeye, bir sürece ya da bir insana yönelttikleri zaman, bunu olağandışı yoğun biçimde yaparlar.

Arayışçı ruhu olan çocuklar kendilerinin manipule edilmesine izin vermezler ve her tür maskenin, her tür dillenilmemiş ard niyetin  farkına varırlar.  Psikolojik oyunlarla çalışmaya kalkışan erişkinlere, acımasız biçimde tepki gösterirler. O nedenle anne-babalar daima kendilerine, acaba ne istediğimi gerçekten biliyor muyum, ve bunu neden istediğimi biliyor muyum diye sormalılar. Erişkin insan kendi konusundan bütünüyle eminse, ondan çocuğun da sezdiği ve algıladığı bir ikna gücü yayılıyor olur.

Bu çocukların özellikle neye ihtiyacı var?
Arayışçı ruhu olan çocuklar için her şeyden önce çevrelerinde sakin, ürkmeyen insanlar bulunup bulunmaması önemlidir. Kendisini çocuğun bu davranışları karşısında tehdit altında hissetmeyen, tersine onunla seve seve birlikte olan insanlara ihtiyacı vardır. Bütün çocuklar gibi onların da duygusal sıcaklığa ve değer verilmeye, itinaya, küçük, belirlenmiş ve korunmuş bir dünyaya, korunaklı bir limana ihtiyacı vardır. Moral bakımdan örnek alıp yön bulabilecekleri yakın bir insana ihtiyaçları vardır. Tutarlılık gereken yerde tutarlılığa ve özgürlük verilebilecek yerde özgürlüğe ihtiyaçları vardır. Yaşadıkları ortamda birbirleriyle sevgi alış verişinde bulunan, ya da en azından birbirine saygılı davranan insanlar olmalıdır. Zamana ve mekana ihtiyaçları vardır. Ancak bu destekleme, soyut bir ortalama normdan en küçük bir sapmaya bile izin vermek istemeyen ve hemen düzeltme yapan  zamanımızın çılgınlığıyla çelişmektedir.Günümüzde, hele hiperaktivite sorunu bağlamında ayrıca kendiliğinden gelişen oyunlar için yeterince serbest mekan bulunmasına özen göstermelidir, böylece çocuklar doğal hareket içgüdülerini yaşayabilmelidir ve bol bol doğayla temasa geçebilmelidir. Ayrıca medya seline karşı, yeterince uzun bir süre korunmalıdırlar.

Anne-babalar araştırıcı ruhu olan çocuklarına nasıl davranmalıdırlar?
Anne-babalar durum izin verdiği ölçüde, birkaç olanağı seçime sunmalıdır: “ Bugün öğleden sonra gezmeye gidebiliriz, bahçede çalışabiliriz ya da oyun oynayabiliriz. Belki önce biraz bahçede çalışırız, sonra oyun oynarız, sonra da pizza yaparız. Ne dersin?”

Böylece çocuk, kendi isteğine saygı gösterildiğini ve kendi görüşüne önem verildiğini yaşayarak anlar. Ancak, örneğin ev ödevlerinin hemen yemekten sonra ya da öğle tatilinden sonra yapılması gibi kaçınılmaz olan şeyler hakkında pazarlık filan yapılmamalıdır. Anne-babaların her şeyden önce kendilerini çocuğun çeşitli ufak tefek düzensizliklerine, ihmalkarlıklarına ve unutkanlıklarına karşı belli bir hoşgörü ve anlayış gösterecek biçimde eğitmeleri gerekmektedir. Bununla bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler tutumu öneriyor değilim. Ama bu gibi şeyler konusunda fazla heyecanlanmak, aile havasını zehirler. Üstelik etkisi de sıfırdır. Arayışçı ruhu olan çocuklar, en yakın çevrelerinde düzeni korumayı ancak yavaş yavaş öğrenirler. Bunun dışında çocuğa bir bakışta kapsamını kavrayabileceği belli sayıda küçük ödevler vermeyi salık veriyorum. Anne-baba çocuktan güvenilirlik beklememeli, tersine kendileri bunu çocuğa sunabilmelidir. Örneğin, öğlenleri masayı birlikte toplayabiliriz. Akşamları ise, ertesi gün sabah strese girmemek için, ufak  tefek hazırlıklar yapabiliriz. Her Çarşamba 13:00dan 13.30a kadar beraberce çocuk odası toplama saatidir. Burada önemli olan, anne-babanın sakin ve tutarlı davranmasıdır.

Bundan başka düzenli gündelik akışa dahil olan neler var?

Gündelik ve haftalık akış içinde her şeyden önce, içinde insanlar arası sıcaklığın olduğu ve yaşandığı güvenilir zaman adacıkları yaratmaktır. İki kişilik beraberlik adacığı, aileyle birlikte olma adacığı gibi. Çünkü gerçek terapi aslında ilişkilerin beslenmesi ve sürdürülmesidir. Sabah güne başlama sevgi ve şefkatle biçimlendirilmişse ve akşam gün biterken güzel bir masal, geri dönerek güne bakış, müzik ve dua örneğin, herkes için – (anne baba için de) – bir vaha olabilir. Arayışçı ruhu olan çocukların sorunu, aniden uykuya dalmaları ve zıp diye uyanmalarıdır. Bu nedenle geçişleri biçimlendirmek önemlidir. Bu onlara bambaşka bir yaşam duygusu verir. Aile yaşamındaki diğer parlak anlar şöyle olabilir: bir kurabiye yapma ikindisi – örneğin her Salı fırında bir şeyler pişirilerek sonra afiyetle yenir. – haftada bir öğleden sonra daima masal veya oyun oynama günü; bir kukla oyunu günü, – yılın her mevsiminde, her türlü havada, bir ormana gitme günü. Veya her ikinci cumartesi çocuk biraz uzun uyanık kalıp sonra yatmaya gidebilir. Oyun oynayabilir, müzik dinleyebilir. Sonra kurabiye, kek yenir ve sütlü kakao içilir, en sonunda da bir gece yarısı masalı anlatılır.

İtiraf etmeliyim ki, arayışçı ruhu olan çocuklarla şu veya bu nedenle tartışma çıkmadan geçen bir gün çok enderdir. Ama akşamları anne-baba ile çocuklar günü kapatırken, ikilik ve ayrım yaratan her şeyin sembolik olarak çöpe atılması ve gece melekler tarafından boşaltılmasına niyet edilmesi çok iyi olur. Bu duygusal bir barışma seremonisi filan değildir, tersine yalnızca gecenin içine eski, geçmişte kalmış çekişme ve tartışmaları taşımamak amacıyla yapılır. Yarın, yeni bir gündür ve onun iyi bir gün olmasına niyet ederiz.

Bay Köhler, bu söyleşi için size teşekkür ederiz.

Bunlara da göz atın