Rudolf Steiner’in Mimariye Bakışı

yazan ESDD
4234 views
Yazan: Burcu Ayata Geçer

Waldorf ya da bazı ülkelerde adlandırıldığı gibi Rudolf Steiner okulları okul öncesinden başlayıp üniversiteye kadar 12 yıl boyunca devam eden ve insanı fiziksel yönüyle beraber manevi tarafıyla da bütün olarak gören bir eğitim anlayışını içerir. Waldorf okullarında öngörülen eğitim insanın çocukluktan yetişkinliğe kadar olan süreçte geçirdiği temel evrelere dayanır. Okullardaki müfredat çocuğun duygusal, zihinsel ve kişisel beceri ve ihtiyaçları dikkate alınarak şekillenir. Hayal gücü ve yaratıcılığın sadece bireyler için değil farkındalığı ve gelişimi artmış bir toplum için de çok önemli olduğu düşüncesinden yola çıkarak, derslerin birbirleriyle bütünleşik ve sanatsal ağırlıklı olması amaçlanır. İlköğretimin alt sınıflarından itibaren görsel sanatlar, drama, öritmi, vokal/enstrümantal müzik ve el sanatlarını da içeren farklı formlardaki sanatsal dersler ile multi-disipliner ve sanat tabanlı bir müfredat uygulanarak kişisel ifade yeteneğinin arttırılmasının yanı sıra dünya ile en geniş anlamıyla “estetik” açıdan bir bağ kurulması istenir. Daha üst sınıflarda ve lisede sanat derslerine ek olarak çocuğun dünyaya gözlem ve bilimsel bir yaklaşımla bakarak kazanacağı düşünme ve muhakeme yeteneği ve kişisel deneyimleriyle doğruyu bulması ve öğrencilerin kendi yollarını çizen özgür yetişkinler olmaları amaçlanır.

İlk Waldorf Okulu Almanya’nın 1.Dünya Savaşı yenilgisi sonrası hem toplumsal olarak iç çatışmalar yaşadığı hem de ekonomik açıdan problemli olduğu yıllarda kuruldu. Mevcut eğitimdeki sert ve cansız pedagojik yaklaşımın değişmediği sürece geçmişteki hataların tekrarlanacağına inanan Waldorf-Astoria Sigara Fabrikası’nın bir grup çalışanı ve fabrika sahibi Emil Molt’un isteği ile fabrikada seminerler veren Avusturya doğumlu bilim adamı, felsefeci ve sosyoloji düşünürü Rudolf Steiner 1919’da Almanya Stuttgart’ta Waldorf Pedagojisinin temellerini oluşturmaya başladı. Bu pedagojinin çocuğun ihtiyaçlarına odaklı olması ve onu hem fiziksel hem ruhsal tarafıyla bir bütün olarak görmesi gerekiyordu. Waldorf müfredatı mevcut şartlardaki pasif ve baskıcı eğitime karşılık sanat ve bilim derslerinin birbirine karıştığı, öğretmenlerinin sıcak ve aktif yaklaşımının ışığında yaratıcı bir alternatif sunuyordu.

Bugün dünya üzerinde yaklaşık 60 ülkede Haziran 2009 tarihi itibariyle 994 adet bağımsız Waldorf Okulu eğitim veriyor. Devletten ya da dini kurumlardan bağımsız en yaygın okul hareketi olan Waldorf Okulları ağırlıklı olarak Avrupa ülkelerinde bulunmakta ancak Avrupa dışı ülkelerde de sayıları artarak çoğalmakta.

Rudolf Steiner el sanatları/el işçiliği eğitimi ile sanatsal sezgi arasında bir işbirliği, dayanışma oluşacağını öngörerek öğrencilere gereklilik ve estetiğin bir bütün olarak günlük hayatımızda deneyimlenmesi gerektiğinin gösterilmesinin üzerinde önemle durmaktaydı. Alttaki sözler Steiner’in konuya bakışını biraz açmaktadır:

“Sanatın yaşamla bağının nasıl koptuğunu görüyor musunuz? … Günlük yaşantılarımızda etrafımızda sanat değeri olmayan şeylerle çevriliyiz. Sanat aldatıcı bir ilerleme sürecindedir ve sadece müzelerde olmaktan kurtulmalıdır. Günlük yaşantımızda etkileşimde bulunduğumuz nesneler, binalar mümkün olduğunca sanatsal güzellikten yoksunlar. Bu şekilde pratikte yaşamımızı sanatsal forma yükseltmemiz mümkün değil çünkü sanat yaşamdan kopartılmış durumda.(3)

Steiner’in başlangıcını Waldorf okulları ile oluşturmak istediği yaklaşımın ilkelerini aşağıdaki sözlerinden daha iyi anlıyoruz. El sanatları eğitimi üzerine yaptığı bir yorumda şöyle diyor:

El sanatları ve ürün tasarımının başlangıç noktası nesnenin ne için yapılacağının belirlenmesidir. Bu amaç onun rengini ve formunu belirleyecektir… Her durumda nesnenin hayatta yerine getirmesi gereken amacının ne olduğunu dikkate almalıyız.(6)

Steiner bir konuşmasında mimaride de “ İçeride ne oluyor?” sorusunun sorulması gerektiğini belirtiyor. Yani binanın içinde hangi aktiviteler yapılıyor?(7) Bu aktivitelerin, bu fonksiyonların doğrultusunda mekânlar ve formlar oluşmalı. Okul binasının ve sınıfların insani gelişim sürecinde eğitim işlevini desteklemesi gerekir. Form fonksiyonu izler. En temel kavram budur. Günlük kullandığımız nesnelerden içinde bulunduğumuz binalara kadar pratikte etkileşimde bulunduğumuz her tasarım işlevine uygun olarak şekillenmelidir. Steiner bu ilişkiyi daha iyi tanımlayabilmek için ceviz ve kabuğu benzetmesini kullanır.

Cevizin bir dış kabuğu vardır. Bu kabuğun şekillenmesi cevizin yani içerideki özün kendisini oluşturan doğal kurallara uygun olarak gelişir. Öz olması gerektiği gibi oluştuğunda kabuğunun da farklı bir biçim almasını bekleyemeyiz. Mimarın görevi doğadaki dinamik süreçleri çok iyi anlamak ve binanın içindeki fonksiyonları değerlendirerek kabuğu yani binayı oluşturacak kuralları bulmaktır…

Waldorf pedagojisinin kurucusu Rudolf Steiner’in çalışmaları çağdaşlarının aksine kuramsal düzeyde kalmayıp, birçok ülkede Waldorf okullarının, özel ihtiyaçları olan insanlar için eğitim veren kurumların(Camphill yerleşimleri), antroposofik tedavi merkezlerinin, biodinamik tarım çiftliklerinin, bilim araştırma merkezlerinin ve sanat okullarının kurulmasına yönelik girişimlere temel oluşturmuş. Bu girişimlerin ideolojik ve mimari yapılanması da Steiner’in 20. yy. başlarında ortaya koyduğu temel olarak ruhsal tabanlı bilgi ve bu bilgiyi elde etmenin yolu olarak açıklanabilen ruhsal felsefesinin, Antroposofi’nin prensiplerine uygun olarak şekillenmiş ve günümüzde de şekillenmeye devam ediyor.

Waldorf okullarının ve yukarıda bahsi geçen girişimler ve yerleşimlerin mimari oluşumunda da kesin kurallar şeklinde olmamakla beraber bazı prensipler mevcut. Bu prensiplerin insan merkezli(insancıl) ve bütünsel yaklaşımını anlayabilmek için Rudolf Steiner ve Antroposofi hakkında biraz bilgi vermek gerekiyor.

Rudolf Steiner ve Antroposofi

Rudolf Steiner 1861’de bugün Hırvatistan olarak geçen Avusturya’nın Kraljevec şehrinde doğmuş. Viyana Teknik Üniversitesi’nde matematik, fizik ve kimya üzerine yoğunlaşarak ‘Doğa Bilimleri’ bölümünde lisans yapmasına rağmen doktorasını “epistemoloji- bilgi felsefesi” üzerine yapmış bir bilim insanı. Steiner’in insana dair bilgiye verdiği önemin temeli çocukluğundan gelen, var oluşun metafizik boyutu ile iletişim kurma yeteneği, duru görüsü ve etrafındaki canlı-yaşayan dünyaya karşı sahip olduğu sonsuz merakı. Doktorasını yaptıktan sonra edebi ve bilimsel çevrede ve Viyana’nın sosyal ve politik ortamlarında bir süre bulunmuş. 1890’larda Avrupa’nın o zamanki kültürel toplanma mekânı olan Weimar’da Goethe arşivinde çalışmış ve pek çok sanatçı ve düşünürle tanışma fırsatı bulmuş. 1899 ‘da Teozofi Derneği ile tanışıp dernekte konferanslar vermeye başlayan Steiner yaklaşık o tarihlerden itibaren psikolojik ve ruhsal olayların açıklanması için bir sistematik geliştirmek için bilimsel becerisini ve duru görü yeteneğini kullanmaya başlamıştı. Araştırmaları sonucunda geniş kapsamlı bir bilgi kaynağı ve bu bilgiyi elde etmek için gerekli düşünme, hissetme ve isteme disiplini olan Antroposofi’yi oluşturmaya başladı. Yunanca Antroposinsan ve Sophiabilgi kelimelerinden oluşan Antroposofi kelime anlamı olarak şöyle çevrilebilir “İnsan doğasının bilgeliği” ya da günümüz için daha yaygın kullanımı olan şekli ile “kişinin insanlık bilinci”.

Antroposofi insanın içindeki ruhsal öğelerin evrendeki ruhsal olana doğru yönlendirilebilmesi için var olan bilgi yoludur.

Yukarıdaki sözlerinden anlaşılacağı gibi Antroposofi insan ruhunun bilincine varmak için içsel bir yol öğretmekte. Çıkış noktası ise 20. yüzyıl başından itibaren kendini gösteren teknoloji ve bilime doğru olan yönelime karşı duyulan eleştirel bilinç. Her insanın içinde olan kendisini ve içinde yaşadığı dünyayı anlama arzusunun büyük bilimsel buluşlar ve teknolojik başarılar sağladığını kabul eden Steiner elde edilen sonsuz konu üzerindeki sonsuz bilgi ve açıklamanın çoğunlukla fiziksel olanla ilgili olduğunu ve doğal bilimin tek taraflı bakış açısını yansıttığını belirtmektedir. 20. yy. başlarında evrendeki her şeyin birbirleriyle etkileşime giren atomlar, moleküller ve maddeyi oluşturan diğer tüm bileşenlerle açıklanabileceğine olan inancın dünya algımızın etrafında döndüğü ”Ben” kavramı için yetersiz olduğu kesindir. Özgürlük, sevgi, güzellik, merhamet gibi değerlerden hiçbirinin maddi bir ölçümü olmadığını (örneğin 1 kilo özgürlük tanımı yoktur) ve deneyimlerimizle bir şekilde bu değerlerin fiziksel isteklerimizden daha önemli olduğunu biliriz. Örneğin yemek yemediği için midesi gastrik sıvı salgılayan ve bunun sonucunda acıktığını düşünen insan doğal olarak yemek yiyerek açlığını giderir. Ancak o sırada açlığını gidermekten daha çok değer verdiği bir işle (mesela yazı yazmak) uğraşıyorsa açlık duygusunu yok sayıp işine devam edebilir. Steiner’a göre ruhsal yaşantımızın ölçüsü bu değerlere olan açlığımızın daha maddesel kaynaklı tatmine duyduğumuz açlığa oranıdır.

İnsanın fiziksel varlığı ve fiziksel ihtiyaçlarının, bedeninin ihtiyaç duyduğu gibi doğru beslenmeye ve sağlıklı egzersize ihtiyaç duyan ruhsal bir muadili vardır ve bu durum onun doğasını ikili olmasından kaynaklanır. İhtiyaçlarımız ve güdülerimiz tatmin edilmek istenen fiziksel dünyadan kaynaklanır. Bu istekler ruhumuza nüfuz eder ve orada hissedilir. Bu şekilde ruhun içeriğini oluşturan uyaranlar iki kaynaktan beslenir: birincisi temel güdüler ve ihtiyaçlar aracılığıyla fiziksel dünyadan, ikincisi ise kendi özü(tin,spirit) aracılığıyla ruhsal dünyadan . Tin(öz,self) ve madde(beden) insan ruhu olarak adlandırılan ara bir bölgede buluşurlar. Bu orta alan psikolojinin de üzerinde çalıştığı alandır.

İnsanın ruhsal dünya ve fiziksel dünya arasındaki konumu

Steiner’in insana bakışı ve onu çok katmanlı bir varlık olarak değerlendirmesi kısaca şöyle özetlenebilir. İnsanın duyusal olarak algılanabilir kısmını Steiner Fiziksel Beden olarak adlandırıyor. Ölümden sonra veya bir uzuv koptuğunda ya da saç döküldüğünde“cansız” olarak nitelendirilen mineral dünyaya dönüşen fiziksel beden mineral beden olarak ta adlandırılabilir.

Fiziksel bedenin bir üst aşaması Eter Beden beş duyu ile algılanamıyor olmasına rağmen bu bedenin etkisi yaşam sürecimizin devamlılığında kendisini sürekli gösteriyor. Steiner varlığımızın bu kısmını yaşam bedeni olarak ta adlandırıyor. Eter bedenimizde fiziksel özelliklerimizi oluşturan güçlerin bilgisi-hafızası( bu beden için kullandığı üçüncü terim şekillendirici güçler) taşınır. Modern tıp tarafından gözlemlenebilen bağışıklık sistemi eter bedenin kendisini fiziksel dünyada hissettirmesidir.

Astral beden doğası itibariyle eter bedenden daha incedir. Bu kısım genellikle “ruh” ya da “ruhsal beden” olarak adlandırılır; Steiner bu bedeni dilekler ve istekler bedeni olarak ta tanımlamıştır. Eter beden bize yaşam vermektedir ancak istediğimiz nesnelere ulaşmamız için bize azim ve bilinç sağlayan astral bedendir. İstediğimiz şey yiyecek ya da barınak kadar basit bir şey de olabilir, dünyanın hâkimi olmak gibi daha karmaşık bir şey de olabilir ancak istek oluştuğu zaman aktif olan astral bedendir.

İnsanın kendi doğasını deneyimlemesine izin veren kısım ise Steiner tarafından “Ben” ya da “Ego” olarak adlandırılır. Herkes kendisinden “Ben” diye bahseder ama hiçbir zaman bir başkasını bu şekilde çağırmayız. Bu “ego” diğer üç beden tarafından kat kat örtülmüştür ve kendisini onlar aracılığıyla ifade eder ancak ifadesi güç bir şekilde tektir. Ruhsal doğamızı özünde ebedi ve ilahi kılan “Ben”in kendisidir.

Var oluşun fiziksel boyutu ile birlikte ruhsal ve tinsel boyutu ile bir bütün oluşturduğuna inanan Steiner’in görüşleri aslında şair ve oyun yazarı olarak bilinen ancak bilime katkısı yadsınamayacak çalışmaları olan, Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832)’ye kadar uzanıyor.

Goethe ve Goethe’nin Bilimsel Yaklaşımı

Johann Wolfgang von Goethe (1749-1832)

1889-1896 yılları arasında Weimar’da Goethe arşivinde Goethe’nin tüm yapıtlarının yayıma hazırlanma çalışmalarında bulunan Steiner Goethe’nin renk, bitki gelişimi, morfoloji ve embriyoloji üzerine yaptığı çalışmalardan oldukça etkilenmiş. Goethe’nin bilimsel yaklaşımı bilimsel araştırmayı yapan kişiyi sadece dış evreni ve olayları izleyen pasif bir gözlemci olarak görmemekte, onun doğa ile karşılıklı oluşturduğu iletişimin gözlenen olguya katkısının da değerlendirmeye alınması gerektiğine inanmaktadır.

Goethenin bilimsel metodu dört aşamadan oluşuyor. “Gerçekçi Duyusal Algı”olarak adlandırdığı ilk safha sıradan duyularımız tarafından algılanabilen tüm çıplak gerçeklerin mümkün olduğunca kişisel algı ve değerlendirmeden kaçınarak ayrıntılı bir şekilde gözlemlenmesini (resimlemek, kayıt etmek vs.) içeriyor. Olguyu yaşam-zaman ilişkisini kurarak anlamaya yönelik olan ikinci safhada artık daha önceki gibi olguyu şimdiki zamanda dondurulmuş bir şey olarak değil geçmişi ve geleceği olan bir süreç şeklinde görmeye başlıyoruz. Bu safha “Gerçekçi Duyusal Hayal gücü (imgelem)” olarak adlandırılıyor. (Örneğin incelenen bitkinin genç yaprakları ve yaşlı yapraklarının yan yana koyulup zaman içindeki başkalaşımının resimlerini incelemek ve iki yaprak arasındaki gelişimsel boşluğu hayal gücü ile doldurmak.)

Amber çiçeği yaprakları

İlk iki aşamadan gelen bilgilerle üçüncü aşamaya “Gözlemleyerek Bakmak” safhasına geçilir. Bu safha gözlemleyen kişinin kendisini geri planda tutarak açık bir dikkat ile izlenen olgunun kendisini ifade etmesine izin vermektir. Sadece olguya verilen dikkat daha önce fark edilmeyen gerçeklerin görülmesine yol açabilir. Goethe’nin gözlem süreçlerinden dördüncüsü olan “Gözlenen İle Bir Olmak” diğer aşamalar içinde insan aklına en çok bağımlı olan aşamadır. Bu algı aşaması cansız (inorganik) dünyada doğa yasalarının, canlıların dünyasındaki gözlemlerde ise türlerin takdirine yol açar. Tür Goethe için hayvanlar ve bitkiler için açıklayıcı bir plandan daha fazlasıdır ve bundan dolayı dış form ve bileşenlerinin incelenmesinden daha çok çaba gerektirir. Gözlenen ile bir olmak formun kendisi ile birlikte içeriği ve anlamını da takdir etmek demektir.

Goethe’nin bilimi doğayı ölü bir makine olarak gören bilimsel bakışa alternatif olarak onun aktif bir yaşam –ölüm döngüsü yaşadığını ve bu döngünün bitkiler için 3 aşamalı bir gelişim süreci olduğunu-yaprak, çiçek, meyve– anlatıyor. Steiner’da yetişkinliğe geçiş dönemine kadar insan gelişiminde 7 yıllık dönemler halinde 3 evre olduğundan yola çıkarak Waldorf eğitiminin temellerini bu yedi yıllık dönemlere göre düzenlemiş.

Bitkinin bütünden en küçük parçasına kadar genişleme (expansion) ve büzüşme (contraction) güçlerinin etkisiyle sürekli bir mücadele halinde olduğunu gözlemleyen Goethe bitki gelişimi üzerine yaptığı deneyleri derlediği “Bitkilerde Metamorfoz” kitabında yukarıda anlatılan bilimsel süreç sonunda tüm bitkilerin arketipini (ilk örneği) Urpflanze ‘yi görmeyi başardığını ve tüm bitkilerin ondan türediğini anlatıyor.

Hindiba bitkisinin metamorfozu
Kanarya otunun metamorfozu-genleşme-büzüşme

Goethe’nin bilimsel metodu doğal olayı inceleyen kişinin farkındalık düzeyini en yoğun şekilde arttırarak doğada mevcut olan döngüyü ve bu döngüyü oluşturan güçlerin, kuralların insan doğasında da olduğunu görmesini sağlamakta. Steiner Goethe’nin Urpflanze olarak adlandırdığı bitki arketipini ararken harcadığı enerjiyi ve dikkati günlük yaşantımızı anlamak için kullansaydık dünyanın şimdiki göründüğünden daha farklı görüneceğini, insanlığın sahip olduğu yaratıcı gücünün farkında olmadığını belirtiyor. Steiner’in ruhsal dünya hakkındaki görüşleri ve Goethe’nin hayal gücü (imgelem) üzerine düşünceleri Antoposofi kavramında birleşirler. Steiner günlük yaşamdaki bilinç düzeyimizin bizi gerçeğin bir kısmını görüp onu gerçeğin tümü zannetmemize yol açarak yanılttığını, bu yanılsamanın farklı şekillerde görüldüğünü belirtiyor. Materyalizm bunlardan biri, kendimizi pasif ve neredeyse robota yakın olarak görüyor olmamız da başka bir diğeri. Doğayı ve çevreyi ölü ve faydalanılacak bir nesne olarak görüp suistimal ediyor olmamız da başka bir yanılsama. Steiner’ın aşağıdaki sözleri doğayı gözlemlediğimizde içimizde olanı da anlayacağımıza dair inancını açıklamakta:

Bilimin insan yaşamında ne anlama geldiğini merak eden kişi bu anlamın elde edilen bilgiyle açıklanamayacağını görür… Ruh insanın doğa hakkında bildiklerinde değil bu bilgiyi elde etmeye çalışırken geçirdiği süreçte hissettiklerinin içinde yaşar. Ruh doğa karşısındaki davranışı ile kendini deneyimleme imkânı bulur.

Doğadaki metamorfozun anlaşılması ile insan kendini organik dünyada evinde gibi hisseder

Goethe yeni “algı organları” geliştirerek dünyayı bir bütün olarak algılayabileceğimize inanıyordu. Steiner ‘de  ruhsal olanı algılamak için gerekli olan algı organlarımızı geliştirebileceğimizi söylüyordu. Otuza yakın kitap ve yaklaşık 6000 civarında yayınlanmış ders notu bulunan Steiner, kendisinde olduğu gibi tüm insanların madde dünyasında etkin olan duyu ötesi güçleri görebilme kapasitesine sahip olduğunu anlatıyor. Bu yetenek kitaplarında ve derslerinde anlattığı metodu uygulayan herkes için ulaşılabilir bir kapasitedir ve bu yüzden de Antroposofi bilimsel bir metod olarak kabul edilmelidir. Bütünü oluşturan parçaların birbirleriyle ilişkisi üzerine kurulu olan bu yeni bilim yaşamın tüm form ve fonksiyonlarına (sanat, konuşma, beslenme, tarım, eğitim vs.) uyarlanabilirdi. Bilimin ve bilimsel yöntemlerin insanın manevi tarafına ışık tutması Steiner’ın özellikle mimarlık hakkındaki söylemlerinden bilim ve sanatın ilişkisinde bu ikisinin aslında aynı gerçeği değişik biçimlerde temsil ediyor olmaları yinelenen bir tema olarak görülüyor.

Metamorfoz (başkalaşma) doğada görülebildiği gibi bir sanatçı tarafından da tasarlanabilir(1).

Doğanın organik ve yaratıcı süreçleri üzerine yapılacak uzun ve özverili bilimsel araştırmaların ışığı sonucunda mimariyi- kendi dinamik kurallarını ihlal etmeden- bu organik formlarla şekillendirebilme imkânına ulaşılabilir.

 

Goetheanum ve Rudolf Steiner’in Mimarisi:

Steiner 1920 de biten daha sonra 1923 yılı başında yandıktan sonra 1924’te yeniden yapılan ve bugün Antroposofik topluluğun genel merkezi olarak uluslar arası kongrelere, gösteri ve çeşitli performanslara ev sahipliği yapan, aynı zamanda da ruhsal bilim okulu olan yapıya da Goetheanum adını vermiştir. Steiner sanatın insanlarla konuşarak ruhsal dünyayı yaşamlarına davet edebileceğine inanıyordu. Goetheanum bu anlamda ilk basamak olacaktı. Verdiği bir konferansta daha önce mekânı vurgulamak için sanatta renk ve biçimin kullanıldığını ama Goetheanum da mekânın kendisinin vurgulandığını anlatıyor. Mekânın kendisi tıpkı bir jöle kalıbı gibi içine konan şeye biçim verecekti. Goetheanum için içine konan şey insanların ruhu olacaktı. Mimari bu ruhların deneyimlediği bir şey olacaktı ve Steiner bu deneyimlenen şeyin tanrıların-ruhsal olanın sesi olmasını ümit ediyordu. Goetheanum tanrıların insanlarla direkt olarak konuştuğu bir mekân olacaktı.

Goetheanum Binası
Goetheanum Binası

Steiner mimarlık eğitimi almamasına rağmen İsviçre, Dornach’da 1908 ve 1925 yılları arasında Goetheanum binaları da dâhil 17 binanın mimarlık ve danışmanlığını yaptı. Bu binaların tasarımında form ve fonksiyonun ilişkisi ile Goethe’nin ortaya koyduğu doğadaki biçimlendirici güçlerin mimaride de vurgulanması üzerinde önemle duran Steiner bunun çağımız için de bir gereklilik olduğunu düşünüyordu. Steiner bir binaya bakan insanların içeride onları neyin beklediği hakkında bir şeyler söylemesi gerektiğini, fonksiyonu algılanamayan mekânların (nesnelerin de aynı zamanda) kullanıcıların farkında olmadan binaya yabancılaşmasına sebep olacağını düşünüyordu. Saydam bir şekilde hissedilen fonksiyonlar ise tam tersine daha içselleştirmeye açık mekânlar oluşturuyordu. Steiner’a göre form ve fonksiyon arasındaki ilişki bir estetik ya da inanç sorunu değil temel olarak insanlığın geleceği açısından önemli bir ahlak sorunuydu. Ortaya koyduğu prensipler doğrultusunda tasarlanan bir bina insanlara “diğer varlıklarla barış ve uyum içinde yaşamayı” öğretebilecekti.

Goetheanum binalarını tasarlarken Steiner kendi deyimiyle doğanın “organik yapısal düşüncelerinden” yola çıkmıştı. 1922 de yanan ahşap olan ilk binadan arta kalanlar üzerine yapılan ve kalıp beton kullanılarak1928 de tamamlanan Goetheanum binası Steiner’in mimarisinin mimarlık tarihinde, doğanın prensiplerinden ilham alan organik mimari akımının bir parçası olarak anılmasına sebep olmuştur. Organik mimari 20. yüzyıl başlarından itibaren farklı coğrafyalarda ve farklı şekillerde gelişmiş, ana tasarım prensibini doğadan alan mimari düşünme şeklidir. Steiner mimari üzerine yaptığı konuşmalarında sık sık Mısır ve Antik Yunan mimarisine değinmiş, Gotik mimarinin ruhsal olana yakın olan duruşu ile ilgili göndermeler yapmıştır.  19. yüzyıl organik mimari örnekleri açısından pek çok isime sahiptir. Steiner’in mimarisi de bu örneklerle ortak özelliklere sahiptir ancak çağdaşlarından insan ve ruhsal varlığının vurgulanmasına verdiği önemle farklılaşmaktadır. Bu farklılaşmayı anlamak için kısaca organik mimari örneklerine bakmak yararlı olacaktır.

Organik Mimari ve Örnekleri (7):

Kökler ve kavramlar

İlkel geleneksel mimari, doğal formlar, basit ve yerel malzemelerle kaçınılmaz olarak organikti. Mısır ve Antik Yunan uygarlıkları insan vücudunu ve doğal formları geometriye uyarlayarak daire, elips, üçgen ve dikdörtgenlerle tapınaklar inşa ederek insanlık ile evrenin tanrıları arasında uyum sağladılar.

Giza Piramitleri,Mısır
Acropolis’te Partenon Atina Yunanistan

Plato doğadaki her şeyin akarak değiştiğine ancak bu değişimin ebedi ve değişmeyen desen ve formlar tarafından yönetildiğine inanıyordu. Roma döneminde Vitruvius insan bedeninin modüler yapısının doğanın bütünlüğünün ideal dışavurumu olduğunu söylüyordu. Onun homo-quadratus’u en mükemmel geometri olarak kabul edilen bir daire ve kareye oturmaktaydı. Romalılar önceki örneklere göre daha ekonomik ve yapısal olarak daha güçlü kubbeler, kemerler ve tonozlar geliştirerek felsefeden pratiğe geçtiler.

Homo-quadratus
Çemberlitaş Hamamı

Tanrısal geometri İslam dünyasında da çok önemli bir yere sahipti. İnsan ve hayvan biçimlerinin yasak olmasından dolayı Allah’ın yarattığı mükemmelliği ifade etmek için en uygun araç matematik ve soyut geometriydi. Böylece daire, çokgen kare ve yıldız gibi saf geometrik şekiller sarkıt kubbe, yarım kubbe, tünel tonoz gibi ebedi İslami formların oluşmasında katkıda bulundular.

Roma dönemi yarım daire kemere göre yükleri daha verimli dağıtarak strüktürün yükselmesini sağlayan gotik kemer ise Gotik mimarinin “göksel” ve tanrılara daha yakın olmasını sağlamıştır.

St. Denis kilisesi

Rönesans’la birlikte Steiner’in insanların doğayı ölü bir makine olarak görüp pasifleşmemize ve robotlaşmamıza sebep olduğunu düşündüğü Akıl Çağı başlamış oldu. Steiner’in tam tersi şekilde mimarlık ta salt matematiksel oranlardan oluşan bir bilim olarak görülmeye başlandı. ve modern bilimse yaklaşım ve Steiner’in mimariyi gördüğü şeklin tam tersi olan mimarinin Yaklaşık 1400–1600 (M.S.) yılları arasında Rönesans’la Antik Yunan ve Roma’nın simetrik ve oranlanmış mimarisine geri dönüş oldu.

Villa La Rotonda, Andrea Palladio

19. yüzyıl taklit edilen Yunan ve Gotik stillerin arasında süregelen  “Stil Savaşlarına” tanık oldu(9). Yüzyılın ikinci yarısında William Morris  “Sanat insanlar tarafından ve insanlar için” diyerek makineleşmeye ve kalitesiz ve ruhsuz seri üretime karşı el sanatları, yaratıcılık ve doğallığı desteklemek amacıyla “Sanata Çalışanları Derneği”ni kurdu. Steiner’in aşağıdaki sözleri onun bu konudaki düşüncelerini de özetliyor:

Her bir anahtar, her bir kilit onu yapan sanatçının parmak izini taşır, düşünün ki her bir parçayı oluştururken nasıl keyif aldığını, ruhunun bir parçasını bıraktığını hayal etmeye çalışın…(10)

Red House, Bexley Heath, Kent, Mimar: Philip Webb Tasarım :William Morris

Arts and Crafts hareketi geçmişte referans aramayan, geleceğe beken Art Nouveau ya ilham verdi. Art Nouveau mimaride strüktür ve süslemenin doğadan esinlenen akışkan ve plastik bir şekillerde kaynaşmasına sebep oldu.

Tassel Oteli,Brüksel ,Victor Horta

19. yüzyıl ikinci yarısındaki isimler farklı geçmişlere sahip farklı coğrafyalarda olmalarından dolayı homojen bir grup oluşturmamalarına rağmen benzersiz bir organik mimari çerçevesinde birleşiyorlardı.

Antonio Gaudi, Casa Mila
Frank Lloyd Wright,Falling water, Pennsylvania
Werkbund Theatre,Cologne, Henri van de Velde
Wassily Kandinsky, 1914

Bütün bu stillerin arasında Rudolf Steiner’in ortaya koyduğu mimariyi herhangi bir sınıflandırmaya sokmak yanlış olacaktır. Steiner hiçbir zaman sistematik bir tasarım teorisi ortaya koymamıştır. Onun yerine mimarlar ve sanatçılarla sürekli bir diyalog halinde olup yeniçağın gereksindiği mimariyi şekillendirmeye çalışmıştır.

Ruhun gerçek uyumunu insan ancak ruhunun bildiği düşünce, duygu ve dürtülerini duyusal organlarıyla anlayabilecek şekilde çevresinde bulunan formlara, renklere vs. yansıtabilirse deneyimleyebilir.

Yukarıdaki sözlerle Steiner bu bilgiler doğrultusunda iyi tasarlanmış bir binanın hem bireysel hem de toplum üzerinde manevi destek sağlayarak iyileştirici bir etkisi olacağını anlatıyor.

İlerleyen yazılarda Steiner’in mimari yaklaşımı aşağıdaki prensipler ışığında anlatmaya çalışacağız. Bu prensipler Rudolf Steiner’in mimarlık ve insanlık hakkındaki düşüncelerinden oldukça etkilenerek, antroposofik bir yerleşim olan İsveç Jarna’da Kulturhuset(Kültür Merkezi), Kristofferskolan, Örjanskolan(Waldorf okulları) dahil  pek çok bina tasarlayan Danimarkalı mimar Erik Asmussen’in tasarım sürecinde ortaya koyduğu prensiplerdir.

Kulturhuset, Jarna,İsveç. Mimar: Erik Asmussen

Ancak bu prensiplerin kural olarak algılanmaması, Steiner’in mimarisinin işleyişini daha iyi görmemizi sağlayacak mercekler olarak kabul edilmesi daha anlamlı olacaktır. Bu prensipler aşağıdaki gibi özetlenebilir:

1.      Form ve Fonksiyonun Bütünlüğü

2.      Biçimlendirici Güçlerin Etkisi

3.      Yaşayan Duvar

4.      Metamorfoz

5.      Polarite Etkisi

6.      Renk Etkisi

7.      Doğa ve Yerleşim Alanı ile Uyum

8.      Tasarım Sürecinde Dayanışma ve İşbirliği

Bunlara da göz atın