Yeni Okul için Yeni Mimari
Yazan: Aisha Melodie Hassan, MimarÇeviren: Burcu Geçer (Mimar), İzmir 2009
Click to view english document
Türkiye’de Waldorf Eğitimi
Türkiye’de tipik bir ilköğretim okulu binası düşündüğümüzde, zihnimizde etrafı asfalt kaplanmış bir oyun alanı ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili, dikdörtgen pencereli, düz çatılı “devlet okulu renklerine” boyanmış dikdörtgen bir blok canlanır. Farklı bölgelerde ve farklı iklimsel ve kültürel bileşenlerin etkisi altında olmalarına rağmen, bu binaların biçimleri birbirlerine çok benzer. Bu binaların katı ve lineer formları, 1940–1960 arası yenilenme ve ülkeyi belirli bir mimaride inşa ederek birleştirme amaçlı devlet politikası sonucunda ortaya çıkan yeni bir stile gönderme yapar – Modernizm. Endüstri devrimi sonrası demir, çelik ve beton gibi taşıyıcı malzemelerin gelişen teknolojik avantajlarının kullanılmasından yola çıkarak türeyen bu yeni stil, endüstri yapıları öncesi binalarda kullanılan aşırı süsleme (décor) biçimlerine karşı çıkan ve daha “dürüst” olarak tanımladığı saf strüktür ve sade bileşenleri kullanan bir düşünce biçiminin dışavurumuydu. Modernist mimar Le Corbusier’nin “ev, içinde yaşamak için yapılan bir makinedir” sözüne paralel olarak Türkiye’nin modern çağında ‘okul binası, içinde eğitilmek için yapılan bir makinedir’ denebilir.
Yüzlerce farklı şehir ve bölgede birbirinin aynı binalar görmemizin başka bir nedeni de, benzer bina projelerinin kullanılmasının, inşaat sürecinin ekonomik olması ve kısa sürede tamamlanabilmesine olanak sağlamasıdır. Fakat birbirini tekrarlayan bu kutu şekiller, bulundukları bölgenin sosyal, kültürel ve iklimsel çevre bileşenlerinden kopuk endüstriyel bir mimariyi yansıtmaktadırlar. Başka bir deyişle dış verileri yadsımaktadırlar. Bu yadsıma dış ortamla ilişkisi tamamen koparılmış ve sonucunda iç ortamın da kapana kısıldığı ruhsuz bir fabrika-bina türünün oluşmasına yol açar. Böyle bir iç ortamda öğretilenler, genellikle binaların formları gibi cansız, birbirini tekrarlayan ve monoton şeylerdir. Birbirinin aynısı kutu şekillerden oluşan okul binaları gibi binaların içinde eğitim alan öğrenciler de, istenen belirli sosyal standarda uygun olarak tek tip ve birbirlerinin kopyaları olarak yetişmektedir ve bu yüzden de eğitimin kalitesi zarar görmektedir. Daha az araştırma ve keşif daha çok standardizasyon, daha az eleştirel düşünme daha çok doğru ya da yanlış cevap, daha az yaratıcılık daha çok ezber, daha az bireysellik daha çok homojen bir ortam. Ünlü sosyolog Jane Jacobs’un dediği gibi “Öğrencileri eğitmek yerine patentliyoruz”. Bir okul binası iç mekânlar ile dış mekânlar arasında diyalog kuramıyorsa ve yaşamayan katı formları dayatıyorsa, bir çocuğun bireysel ve kendine has olan ruhuna da cazip gelmeyecektir. Bunun sonucunda da insanlığın fiziksel, entelektüel ve ruhsal gelişimine pozitif anlamda bir katkısı olamayacaktır.
Kendimize bu kaba ve katı mimari formların, çocuklarımız için uygun bir çevre oluşturup oluşturmadığını sormamız gerekiyor. Okullarımız daha canlı olsaydı nasıl olurdu? Binalar çevrelerine daha duyarlı olsalardı ne olurdu? Okullar çocuğun ruhunu, yaratıcılığını ve hayal gücünü canlandırabilseydi ne olurdu? Okullar her bir çocuğun maddi ve manevi farkındalığını arttırmaya yarayan araçlar olsalardı nasıl olurdu? Okulun mimarisi çocuğun kişisel gelişimi için gerekli olan doğru formlara, doğru mekanlara ve doğru renklere sahip olsaydı ne olurdu?
Eğer okul binalarının bu tipik betondan kutu formunu zihnimizden silip, en baştan çocuğun kişisel gelişimine duyarlı bir okul tasarlamaya başlasaydık, zihnimizde öncekinden çok farklı bir şey oluşurdu. Büyük ihtimalle daha canlı ve renkli, içindeki ve dışındaki dünya ile daha çok iletişim kuran mekânlardan oluşan, çocuğun içinde oynamaktan ve öğrenmekten daha çok keyif alacağı daha insani ve daha bütünsel bir mimari olurdu.
Bu şekilde ‘insani farkındalıkla’ tasarlanmış birçok okul binası vardır[1]. Waldorf okulları özellikle daha insani, daha holistik ve daha organik formları kullanarak çocuğun kişisel gelişimi için gerekli en doğru çevreyi oluşturmayı başarmışlardır. Bulundukları coğrafyanın fiziksel ve sosyal gereksinimlerine cevap vererek değişik biçimlerde ve büyüklüklerde tasarlanan ve sayıları gün geçtikçe artan bu okullar, dünyanın her yerinde faaliyet göstermektedirler. “Right Livelihood Award” olarak ayrıca adlandırılan “Alternative Nobel Prize” ödülünü alan Dr. İbrahim Abouleish in başlattığı Mısır’daki Sekem Waldorf Okulu, Erik Assmussen tarafından tasarlanan İsveç Järna’daki Rudolf Steiner Seminer Binası, Kanada’daki Toronto Waldorf Okulu gibi dünya üzerinde pek çok örnek vardır. İnsan ruhunun yaşamasına izin vermeyen tipik fabrika-okul binaların tersine, Waldorf okulları çocuğun bireyselliğini, yaratıcılığını ve farkındalığını cesaretlendirmek için tasarlanmıştır.
İlk Waldorf Okulu 1919‘da Almanya, Stuttgart’taki Waldorf-Astoria sigara fabrikası çalışanlarının çocuklarının eğitimi için kuruldu. Okul binalarının mimarisi, Rudolf Steiner’in insanlık ve yeniçağ için gerekli olduğuna inandığı mimari anlayış ile bütünlük içerisindedir [2]. Farklı Waldorf Okullarında organik ve bütünsel mimari öğelerin farklı ifade biçimleri vardır, fakat hepsinde Rudolf Steiner ve Antroposofi hareketinin takipçileri tarafından gerçekten insanlık bilincinde olan bir yapı inşa edilmesi için geliştirilen ortak bir ilkeler dizisi mevcuttur[3].
Bu ortak ilkeler aşağıdaki gibi açıklanabilir:
1.Form İşlevi Takip Eder
2.Biçimlendirici Güçler
3.Metamorfoz (Başkalaşım)
4.Polarite (Zıtlık)
5.Renk
6.İşbirlikçi Bir Tasarım Süreci
7.Sürdürülebilir Mimari – Arazi, İklim ve Kültürle Etkileşim
8.Mimaride Mizah
9.Mimarın ve Çocuğun Hayal gücü
Form İşlevi Takip Eder
İnsanlık bilincinde olan (hümanist) bir okul oluşturabilmek için yapının mimarisinin, dış çevrenin yanı sıra kendi iç fonksiyonları ve faaliyetlerinden de etkilenmesi gerekir. Binanın içinde yapılan aktivitelerin (fonksiyonların), yapının hacmi, mekansal oluşumu ve yapı elemanlarının üzerinde etkili olması gerekir. Diğer bir deyişle binanın birtakım formlar aracılığıyla içeride ne olup bittiğine dair bir fikir vererek bizimle iletişime geçmesini isteriz. Bina taşıyıcı strüktürünü ve binanın iç mekanlarını (içerisinin dışarısının tersi olduğu düşünüldüğünde) tamamen dışarıdan hissettiren modernist yaklaşımın aksine, “insancıl” mimari bazı iç bileşenlerinin dış cepheden algılanmasını engelleyerek bir şekilde gizemli kalabilir. Tıpkı bir insanın dış görüntüsünün iç karakterinden çok farklı olabilmesi, ama bu farklılığın onun varlığının bütünlüğünü etkilememesi gibi. 12 Aralık 1911 de verdiği bir konferansta Rudolf Steiner yeni çağın mimarisinin iç mekan özelliklerini şöyle açıklıyor:
“Yapının iç mekanı, ruhun sonsuzluğuna pencereleri ile değil ama formu ve biçimi ile çevrelenerek açılacak”… Baktığımızda renk, biçim ve diğer bileşenleriyle gözlerimiz ve kalbimizi duvarlarından içeriye nüfuz etmeye çağıran, tecrit edilmeden ayrılmış iç mekanlar oluşturmaya çalışmalıyız [2].
Çağımızda okul binaları biçimsel olarak ofis binaları, fabrika binaları, hastane yapıları gibi diğer yapı türlerinden ayırt edilemiyor. Bu tipik kutu gibi cephelere baktığımızda içeride ne gibi bir aktivite olduğunu söylemek zor. Küçük çocukların, 7 yaş grubunun veya gençlerin binanın neresinde olduklarını anlayamıyoruz. Genel toplanma ve oditoryum alanları nerede, ana giriş ve ana sirkülasyon nerede, oyun alanı nerede anlaşılmıyor. Bu fonksiyonların her biri kendi temel doğalarını ifade edecek özellikli bir biçimi hak etmektedirler. Bu formlar farklı rollere sahip olabilirler veya iç mekânda ya da dış mekânda farklı biçimler alabilirler ama özünde okulun ruhu bir bütün olarak hissedilmelidir. Okul yapısı, farklı formlar aracılığıyla içeride yapılan aktiviteler hakkında bilgi vererek bizimle konuşmaya başladığında, insan ruhu ve mimari mekânların ruhu arasında özel bir diyalog başlar.
Biçimlendirici Güçler
İç ve dış fonksiyonlarla beraber, doğanın çalışan kuvvetleri de mimari mekânlar ve formlar üzerinde etkilidirler. Rudolf Steiner doğada fiziksel dünyanın oluşumundan sorumlu birçok güç olduğunu gözlemlemiştir. Ahriman ve Lucifer olarak adlandırdığı iki önemli ruhsal varlıktan söz eder. Ahriman karanlığa ait bir varlık olarak insanlığın yerçekimi kuvvetiyle ayaklarını yere bastırmaya (pratik ve maddeci olmaya teşvik eden) çalışırken, Lucifer hafifletici bir varlık olarak bizi bedensizliğin hafifliğiyle maddi varlığımızdan dışarıya çeker (hayalci ve aldatıcı olmaya teşvik eden). Tüm canlılar, hayvanlar, bitkiler, kayalar ve ağaçlar olgunlaşırken Steiner’in “biçimlendirici güçler” diye tanımladığı bu iki güçten etkilenirler. Buradaki amaç, bu iki ruhsal kuvvet arasında bir tür denge kurmaya çalışmaktır. Bir eli yukarıya gökyüzüne doğru dönük, diğer eli aşağıya toprağa dönük olarak kendi etrafında dönen bir derviş gibi, insanoğlu bu aşağı ve yukarı dünyalar arasındaki gerilimi vücudunda taşır. Bu iki ruhsal varlığa göre kanallarımızı açtığımızda, mekân ve formların oluşumunda onların varlığını gözettiğimizde, doğadaki güçlerin dengelendiği bir mimari de oluşmaya başlar. Okulun oluşumunda bu güçler etkin olduğu zaman, okuldaki çocukların fiziksel, ruhsal ve tinsel gelişiminin nasıl etkilendiklerini gözlemleyebiliriz. Eğer bizler doğanın bir parçası isek, fiziksel ve ruhsal gelişimimiz de doğadaki bu güçlerden etkilenecektir[2]. Maddi bileşenlere çok fazla ağırlık vererek (Ahriman’ın ağırlıklı olduğu) tasarlanmış bir okuldaki öğrencilerin ruhsal gelişimlerinin (hayal gücü, ileriyi görebilme, bilinmeyeni keşfetme kabiliyeti) zarar göreceğini, öğrencileri başka dünyalara götüren hafif (ağırlıksız) formların kullanıldığı (Lucifer’in etkin olduğu) bir okuldaki öğrencilerin ise fiziksel dünyanın gerçekleri ile daha çok iletişim halinde olma ihtiyacı hissedeceklerini (pratik olma, gözlemci ve bilimsel olma kabiliyeti) düşünebiliriz.
Sonuç olarak ‘insancıllığının (insanlar için olduğunun) farkında olan’ bir okul oluştururken tasarlanacak bileşenler, biçimleriyle farklılıklar gösterebilirler ancak ortak paydaları, doğadaki bu güçler arasında bir denge kurmak ve çocuğun ruhsal, fiziksel ve tinsel gelişimine uygunluk olmalıdır.
Metamorfoz (Başkalaşım)
Doğduğu andan ölüm anına kadar insanoğlu inanılmaz derecede karmaşık fiziksel, duygusal, entelektüel ve ruhsal metamorfozlardan (başkalaşım) geçer. Basit tek bir tohumun karmaşık bir çiçeğe dönüşmesi gibi, mimaride de kritik değişim evreleri vardır. Andrew Beard, Rudolf Steiner’in mimarideki metamorfozlar üzerine verdiği ders notlarının giriş yazısında şöyle anlatır:
“Metamorfoz Goethe’nin[1] bitki yapısının temelinde, hava durumu görünümlerinde ve aslında yaşam biliminin görünür tüm alanlarının değişim ve gelişiminde gözlemlediği bir zaman sürecidir. Steiner bu araştırmanın boyutlarını ‘ruhsal bilim’ alanına da taşıyarak, metamorfozun kanunlarının insan yaşamının evrelerinin de dâhil olduğu tüm kozmosun evrimini kapsayan süreçlerde etkin olduğunu keşfetti. Eğer yeniçağın mimarisi ruhsal güçleri görünür kılacaksa, temel bileşenlerinden birisi de metamorfozun ana kuralları olmalıdır. Şöyle ki Steiner mimarinin uzaysal diline zaman sürecini katmaya çalışmıştır[2]”.
Çocuğun gelişimine ve insani farkındalığına duyarlı bir okul anlayışı, biçiminde ve mekansal oluşumunda metamorfoz düşüncesini de yansıtmalı. Bina çocukla beraber büyüyüp gelişmeli. Çocuk da binayla beraber büyümeli. Yeni yürümeye başlayan çocukların sınıf mekânı ile 12 yaş çocuklarının sınıf mekânı özellikleri aynı mı olmalı? Binanın güney cephesi kuzey cephesi ile aynı yapılabilir mi? Mimarinin biçimi ve karakteri okul binasının farklılıklar gösteren fonksiyonlarına ve duyarlılığına göre nasıl değişmeli? Ya da doğadaki çeşitli dönüşüm evrelerini ifade eden biçim ve formları kapsayan benzer fonksiyonlardan oluşan binaları bir grupta toplayabilir miyiz? Metamorfoz ilkesi ‘Form fonksiyonu izler’ düşüncesi ve ‘Biçimlendirici Güçler’ ilkesi ile yan yana düşünülebilir ama ek olarak zaman ve değişim bileşenlerini de içermektedir. Bu bileşenler tüm varlıkların gelişimini ve dolayısıyla çocuğun gelişim evresini de etkileyen bileşenlerdir.
Polarite (Zıtlıklar) – Kutupsallık
Eğer bir bitkinin ya da bir insanın metamorfoz evrelerini fotoğraflamaya çalışsaydık, farklı nitelik ve biçimleri bir arada gözlemlerdik. Morfolojik sürecin başlangıcı sürecin sonunun zıt ucudur. Sürecin başındaki tohumla, tamamen açmış bir çiçek arasında hiçbir benzerlik yok gibidir, ancak yine de ayrılmaz bir bütünün parçaları olduklarını hissederiz. Tohum çiçeğin zıt kutbudur. Tıpkı yeni doğmuş bir bebeğin yetişkin bir kadının zıddı olduğu gibi. Varlıkların metamorfozunda etkin olan güçleri anlamaya çalıştığımızda, zıt süreçleri oluşturan bazı devinimlerin varlıklarını hissederiz. Genleşme ve kasılma, konkavlık (içbükey) ve konvekslik (dışbükey), yukarı doğru ve aşağı doğru, dışa doğru ve içe doğru, aydınlık ve karanlık gibi… Bu zıtlıklar fiziksel ve mekânsal form olarak tercüme edildiğinde, kapalı-açık, tek (münferit)-topluma açık (sosyal), davetkâr- itici, uzun-kısa, yan yana dizilmiş-kümelenmiş mekânlar gibi mimari açıdan pek çok farklı durum üretilebilir. Toplumsal ölçekte bu zıt oluşumlar, farklı karakter özelliklerine sahip çocuklar için farklı mekânsal fırsatlar sunarlar. Zıtlıklar yapının çok küçük bir detayında olabildiği gibi daha büyük ölçeklerde de ifade edilebilirler. Bir okul yapısı eğer doğada var olan zıtlıkları aktarabilen bir mimariye sahip olabilirse bu zıtlıklar, içerisinde eğitim gören çocuğun ruhu ve iç doğasındaki zıtlıklarla uyum içerisinde olacaktır.
Renk
Okul binasında ve sınıfların içinde kullanılan renklerin dizilişi, rengin açıktan koyuya ya da koyudan açığa geçişi, Waldorf Okulu tasarımında çok önemli bir bileşendir. Bazıları mavi yerine kırmızıyı, sarı yerine yeşili tercih eder. Belirli renklerin iç mekândaki etkisi kullanıcıların karakterine göre değişse de, daha çok mekânın fonksiyonel özelliklerine uygun olarak seçilip seçilmediğine bağlıdır. Renk, mimari mekânlar aracılığıyla bazı duyguları üreterek ve bazı ruh hallerini tetikleyerek bizim ruhsal dünyamızla iletişim halindedir. Rudolf Steiner 5 Temmuz 1914’ te Dornach’ta verdiği konferansta renklerin bazı duyguları nasıl açığa çıkardığı konusunda şöyle der:
“ Bizler renkleri ruhsal anlamda içimize emerek kendimize mal ediyoruz, örneğin mavi dinlenmenin ifadesi iken kırmızı tutku ve atılganlığın ifadesi oluyor. Akıp giden renk denizini, onu anlamaya egomuz ile yaklaştığımız için akıp giden duygu ve his denizi olarak değiştirerek algılıyoruz. Bir renk gördüğümüzde, bu renk doğada var olan sadece bir renk olmasına rağmen, ona birtakım estetik duygular beslemekten ve birtakım güzellik standartları atfetmekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu bize sanki kendi bileşenimizmiş gibi renkleri yaşamamız, renklerin içine nüfuz etmemiz gerektiğini gösteriyor [1].”
Bir yapının çatısına ya da kubbesine baktığımızda, içimizdeki matematikçinin[2] ve mantığımızın örtünün altındaki mekânı algılamaya çalışmasının aksine, renk bileşeni bizi mantığın ötesine duyguların ve hislerin kozmik dünyasına götürür. Pembe, sarı, mavi, kırmızı, turuncu, mor. Bir yüzey üzerine uygulanmış farklı renk kombinasyonları ve katmanları ışık ve derinlik izlenimi yaratabilir. ‘Lazure’ boyama tekniği bu şekilde bir ışık ve derinlik izlenimi yaratmak için geliştirilmiş ve pek çok Waldorf Okulu ile Antroposofik mimari örneklerinde kullanılmıştır (Goetheanum Binası gibi[3]). Peki, bu durumda anaokulu öğrencileri için ya da 7 yaş grubu için hangi renk uygundur? Ya da daha büyük gençler için? Bir kütüphane, sınıf ya da oditoryum için hangi renkler daha uygundur? Geçici olarak ya da özel durumlarda kullanılan, ivediliğin önemli olduğu mekânlar için kırmızı renk uygun olabilir (bir opera fuayesindeki kırmızı halı kaplı eğrisel bir merdiven gibi). İnsanların daha sakin, gözlemleyici, gayretli, çalışkan olması gereken çalışma salonları ya da kütüphane gibi mekânların rengi açık mavi olabilir (Erik Assmussen tarafından tasarlanan İsveç Järna’daki Steiner Seminer Binası kütüphanesinin gök mavisi duvarları gibi). Peki ya belirli bir bölgeye ya da iklime ait renkler var mıdır? Dünyanın farklı yerlerindeki geleneksel mimarilerin cephelerinde, yeryüzü katmanlarında mevcut olan ve iklimsel verilere duyarlı farklı renk örnekleri kullanılmıştır. Bazı kuru iklimlerde yüksek miktarda kil bulunması nedeniyle bina cephelerinde tuğla ya da yanık turuncu renkli killi toprak kullanılmıştır. Bazı bölgelerde, örneğin İstanbul Boğazı yalılarında kırmızı renkli demir oksit bazlı bir tür boya kullanılmıştır. Bazı bölgelerde bina yüzeyine gelen güçlü güneş ışığını yansıtabilmek için beyaz renkli kireçtaşı ya da beyaz sıva kullanılmıştır. Yapının bulunduğu bölgeye ait geleneksel renkler kullanıldığında, yapı ve bölge arasında güçlü bir bağ oluşur. Renk unsurunun duyarlı ve dikkatli kullanımı organik ve bütünsel bir mimarinin oluşması için çok önemlidir. Doğru seçilmiş renkler çocuğun duygusal varlığı üzerinde uyarıcı etki yaparak ruhuna neşe ve canlılık katar.
İşbirlikçi Bir Tasarım Süreci
Waldorf Okulları sadece mimarların değil sanatçılar, ustalar, mühendisler, dansçılar, öğretmenler, öğrenciler, yatırımcılar gibi topluluğu oluşturan diğer katılımcıların da aktif olduğu bir yapım sürecinden geçerler. Organik ve bütüncül (holistik) mimarinin en önemli bileşenlerinden birisi grup çalışmasıdır. Yeniçağda toplumların, şehirlerin ve binaların bütünlüğünün korunması için daha az bireysel ve ego merkezli, ama daha çok insanlar arası iletişimin ve işbirliğinin olduğu çalışmaların önem kazandığı görülmektedir. Bu çalışma şekli ancak yaratıcı diyalog, beyin fırtınası ve aktif katılım sonucunda başarıya ulaşabilir. Başta tek bir kişinin kontrol mekanizması olarak bulunmaması hataların yapılmasına, tam çözülmemiş alanların oluşmasına sebep olabilir ancak bu yanlışlar ve eksikler projenin daha doğal ve özgür bir şekilde gelişmesine izin verecektir. Hataları, bizi doğru çözüme yönlendirecek fırsatlar olarak düşünebiliriz. Bu çoklu katılım süreci sonunda farklı yaşamsal enerjileri içinde barındıran insancıl ve organik bir mimari çözüme ulaşılacaktır.
Sürdürülebilir Mimari – Arazi, İklim ve Kültürle Etkileşim
Dünyadaki doğal yaşam alanlarına çok büyük zararlar verdiğimiz ve kaynakları bencilce harcadığımız bir çağda yaşıyoruz. Binalarımızda camyünü, yapıştırıcılar, plastik materyaller, zehirli boyalar, vinil ve laminat parke gibi geri dönüşümsüz, zehirli ve sağlıksız malzemeler kullanıyoruz. Mekânlarda ölü renkler, soğuk metalik yüzeyler, katı, bükülmez formlar ve floresan aydınlatma araçları kullanıyoruz. Isıtma ve soğutma için insan yapımı mekanik sistemler kullanıyoruz, ki bunlar yeryüzünün gereksiz bir şekilde ısınmasına yol açıyor ve insan sağlığına da zarar veriyor. Doğanın bu düşüncesiz insan davranışına karşı küresel ısınma ve çevre kirliliği, doğal afetler yoluyla gösterdiği tepki, insanın ruhsal ve fiziksel olarak sağlıklı olmasını da engelliyor. Günümüzde sürdürülebilir bir mimari ve kent oluşturulması çabası mimarların en önemli ahlaki sorumluluğu olmalı. Doğal, yerel ve sağlıklı malzemelerin seçimi, güneş ve rüzgâr gibi temiz enerji kaynaklarının kullanımı, iyi bir arazi ve mikroiklimlendirme planlaması, pasif ısıtma ve soğutma sistemlerinin kullanılması, yağmur suyunun kullanıma yönlendirilmesi, yerel mimarinin ve geleneksel yapım sistemlerinin kullanılması gibi yöntemler sürdürülebilir bir tasarım için çok önemli bileşenlerdir.
Sürdürülebilir bir okul binası tasarlamaya gelince yukarıdaki tüm bileşenlere ek olarak, bir okulda sürdürülebilir tasarım ve yaşam öğeleri eğitim programı ile birlikte düşünülmelidir. Örneğin bir ahşap işleme atölyesi, öğrencinin ahşap malzemenin doğal özelliklerini yaşayarak tanımasını sağlayabilir, ya da organik bir bahçede öğrenciler ektikleri bir meyve ya da sebzenin büyümesini gözlemleyebilirler. Yapısal bileşenleriyle (duvarları, çatısı, temeli vs.) etrafındaki arazi ve iklimsel verilerle etkileşim halinde olan bir okul yapısı, içindeki çocuğa doğa ana ile mimarinin nasıl iletişim kurabileceklerini gösterir. Sürdürülebilir mimariye sahip bir okulda eğitim görerek çocuğun bütünsel ve sürdürülebilir sistemler hakkındaki bilgisi artacak ve insanlık ile doğa arasındaki hassas denge yeniden kurulacaktır.
Mimaride Mizah
Mimaride mizah duygusu kaba, katı ve rasyonel binaların ağırlıklı olarak tasarlandığı endüstrileşme zamanlarından beri unutulmuş bir yaklaşımdır. Mimaride mizah bina ile insancıl bir bağ kurmamıza yardımcı olur. Komik bir biçim, bir kapı eşiği ya da bir cephe örneği gördüğümüzde yapının mimarisine bir karakter atfederiz. Bina artık bir arkadaşımız olmuş gibi örneğin koca burunlu bir insana benzediği yorumunu yapabiliriz. İnsanlar gibi binalar da komik diye nitelendirebileceğimiz özellikler gösterebilirler. Bu mizah duygusu eksik bırakılmış yapı elemanlarında, çıkıntılarda, abartılmış obje boyutlarında ya da çılgın renklerde kendini gösterebilir. Gereksiz ve pratik değilmiş gibi görünen birtakım mimari elemanlar, örneğin binası olmayan bir kapı ya da sadece çocukların dışarıya bakabilecekleri yükseklikte yapılmış bir pencere bizi güldürerek ruhsal varlığımızı uyandırabilir. Gülünç ve anlam veremediğimiz şeyler doğal olarak taklit edilemez, akla uymayan ve kaotik olan insan ruhuna gönderme yapar. Çocuklarda içten gelen ve doğal olan bir gülme eğilimi vardır. İçinde bulundukları bina mizah duygusu ile şekillenmişse, çocukların kahkahaları da duvarlardan yansıyacaktır.
Mimarın ve Çocuğun Hayal gücü
Mimar tasarladığı okulun hayat dolu olmasını istiyorsa çocuk olmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlamalı. Çocukların keyifli bir şekilde eğitim görecekleri mekânlar tasarlayabilmek için mimar, kendi içindeki çocuğu ortaya çıkarmalı. Mimari elemanların ölçeği, oranları, dokusu, hacmi içerideki çocukların fiziksel, duygusal ve ruhsal ihtiyaçlarıyla çok yakın bir ilişki kurmalı. Farklı yaş grupları için farklı formlar ve mekânlar gereklidir. Anaokulu çocukları oyun için daha sıcak ve yumuşak yüzeylere ihtiyaç duyarken 12 yaş çocukları için dik oturmalarına imkân verecek sertlikte yüzeyler daha uygun olacaktır. Kullanılacak mobilyaların çocuğun ölçeğine uygunluğu da çok önemli bir faktördür. Yaratıcı oyun alanlarıyla çocuğun merak ve keşfetme duygusunu uyandırmak mümkündür. Kum havuzları ya da basit ahşap parçalar gibi işlenmemiş malzemeler çocukların kendi elleriyle kendi dünyalarını yaratmalarını sağlar. Daha az sembollerle bezeli (bitmiş) materyal yerine daha çok işlenmemiş (bitmemiş) malzeme kullanımı çocuğun problem çözme becerisini ve hayal gücünü geliştirir. Eğer mimarlar okul yapısını tasarlarken kendilerini çocukların yerine koyabilirlerse, daha oyuncaklı, hayal gücünü geliştirici ve çocuk ruhu için daha uygun bir tasarım ortaya çıkar.
Peki, Türkiye’de bir Waldorf Okulu nasıl tasarlanmalı? Bu sorunun tek bir cevabı ya da çözümünün olmadığını, sonucun farklı katılımcıların olacağı bir süreç sonunda elde edileceğini belirtmek gerek. Bu süreçte arazi verileri, iklimsel veriler, kültürel veriler, eğitim metodu, öğrencilerin yaş ve adetleri gibi birçok değişken faktör olacaktır ancak renk, biçim ve ruhsal güçlerin varlığımız üzerindeki etkilerini fark edip, insani özelliklerimizi yadsımadığımızda gerçekten bütünsel bir mimari oluşturabiliriz.
Yukarıdaki prensipler belirli bir alanda bir insan ve çocuk olarak neler hissedebileceğimizi açıklamaya yardımcı olmaktadırlar. Bu prensipler sadece okul tasarımı için değil, farklı fonksiyonlar için de (hastane, ofis binaları, konut projeleri, gösteri binaları vs.) göz önüne alınabilir. Daha da ileri gidersek insanın ruhsal ve tinsel ihtiyaçlarının farkında olan bir mimari, tüm şehir ölçeğinde (caddeler, konutlar, belediye binaları, sosyal alanlar vs.) mevcut olmalı ki yaşadığımız çevre canlı ve hayat dolu olabilsin. İnsanlık, fiziksel dünya ile ruhsal dünya arasındaki dengenin yeniden kurulduğu bir çağın oluşabilmesi için yaşamımızın tüm alanları ile bütünleşmiş insani bir mimari gereklidir.