Waldorf Pedagojisinin Temelleri

yazan ESDD
6925 views

Pedagoji Bölümü, Goetheanum, Dornach

Çeviri: Tarhan Onur

Waldorf Pedagojisinin temelinde Rudolf Steiner’in eğitim sanatı düşüncesi yatar demek yanlış olmaz. Ne de olsa, her çocuk yuvasında, her okulda bu eğitim sanatını yerinde ve zamanında gerçekleştirenler eğitmenler ve öğretmenlerdir. Bu eğitim sanatının her yuvada, her okulda, her ülkede kendine özgü bir havası ve gerçekleştirme biçemi vardır. Koşullar ve yaşamın yüklediği görevler ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya değişir, böylece her okul birliği kendine özgü biricik biçimini kazanır. Ama yine de bunlar Waldorf çocuk yuvaları, Waldorf okullarıdır, çünkü aynı ruhtan ve tinsel birlikten etkilenmiş ve esinlenmişlerdir.

Tin evrenseldir. İnsanlar tarafından yaşanırsa, bireysel olur. Ama merkezde daima, tüm farklılıklara karşın, oluşmaktaki insan, çocuk bulunur.

Antroposofinin tinbilimindeki insan resmi

Waldorf Pedagojisi, Rudolf Steiner’in (1861-1925) pek çok kitap ve konferansta anlattığı antroposofinin tinbiliminden ortaya çıkmış bir meyvedir. Stuttgart’taki Waldorf-Astoria Sigara Fabrikası’nın müdürü Emil Molt 1919 yılında Rudolf Steiner’e, antroposofinin temellerinden hareketle işçilerinin çocukları için bir okul tasarlayabilir misin, diye sordu.

Bu ilk Waldorf Okulunun kuruluşu hemen aynı yıl gerçekleşti. İlk öğretmen grubu için hazırlık olarak Steiner, insanbilim, metodik-didaktik üzerine kurslar ve seminerler vermeye başladı. Daha sonra Almanya, İsviçre, Avusturya, Hollanda ve İngiltere’de eğitim üzerine verdiği seminer ve konferanslara devam etti. Eleme ve seçme için not karnesinden vazgeçme, sanat ve elişi derslerinden eğitim aracı olarak yararlanmak, kız-erkek karışık eğitim görme gibi, bu yeni okulun bazı elementleri, çeşitli ülkelerdeki geçerli okul sistemlerine de giriş olanağı buldu. Latin ve Grek dilinde ders görme ve stenografi gibi farklı dersler de o dönemin gereklerine uygun olarak programa alındı. O bakımdan zaman içinde Waldorf okullarındaki ders programları da değişikliğe uğramıştır. Ancak bu pedagojinin özünü oluşturan antroposofinin insan anlayışı daima bu okulların temeli olarak kalmıştır.

1924 yılında yayımlanan ilkelerde Rudolf Steiner, antroposofi adı altında ne anladığını kısaca şöyle tanımlamıştır: Antroposofi, insan varlığında tinsel olanı, evrende tinsel olana götürmek isteyen bir bilinçlenme yoludur.

Her insanda tinsel bir yan vardır. Çevremizde görünür olanın temelinde de görünmez ama etkin bir şey vardır, bunu keşfetmemiz ve araştırmamız gerekir. Antroposofi bir inanç içeriği değildir, tersine aynı zamanda bir öz gelişim yolu olan bilgi ve kavrayış yoluna girmenin  uyarılmasına destektir; bu yol insandaki tinsel güçlerin faaliyete geçmesine yarar.

Böylece antroposofi, yaşamın çok çeşitli alanlarında bu araştırma yoluna girmeyi destekleyen bir yaklaşımdır. Pedagojide ise insanın kendini ve yaşamını  bağımsız ve özgür  kılabilmek için adım adım gelişmesi ele alınır. Bu araştırmacı tutum, Waldorf Pedagojisinin temelde dogmatik bir uygulama pedagojisi olmamasını sağlar, tersine ancak bireysel gerçekleştirme ve  güncel karşılaşma sayesinde oluşur. Temel yazılarından biri olan “Bağımsız Okul ve Üçlü Bölümlenme”de Rudolf Steiner kısaca şöyle der:

Eğitilecek ve öğretilecek olan, yalnızca oluşan insanın kavrayışından hareketle planlanabilir ve onun bireysel yetilerinden alınması gerekir. Eğitim ve öğretimin temeli, gerçek antropoloji olmalıdır.

Eğitimci olarak görevimiz, öncelikle her insanda gizli bulunan, kendini özgürce belirleme yetisine sahip varlığı desteklemek ve sağlıklı gelişmesini yönlendirmek olmalıdır. Ama bunun için, gelişim koşullarını bilmemiz gerekir. Çünkü, insanın doğum öncesi alemden getirdiği bu bir kerelik ve biricik bireysel varlık,  her yaş döneminde kendini başka bir biçimde gösterir ve o nedenle başka türlü uyarılması ve desteklenmesi gerekir.

İnsan varlığı doğumdan erginliğe kadar nasıl gelişir?

İnsan, yaşamın başında önce bütünüyle, bedeni yapılandırma süreçlerine bağlıdır ve içinde bulunduğu ortama bağımlıdır. Yeryüzünde yaşamaya başladığı andan itibaren davranışlarıyla, “Ben böyle kalmak istemiyorum, erişkinler gibi olmak istiyorum” der gibidir.

İlk yaşam dönemi, diş değişimine kadar sürer ve küçük çocukluk dönemidir; sonra ergenliğe kadar olan okul dönemi gelir; üçüncü olarak ise ergin insan olunan yirmi bir yaşa kadarki gençlik dönemidir.

Ancak bu sırada dogmatik bir şematiğe kurban gitmemek gerek. Katı bir aşama öğretisi, günümüz eğitbiliminde haklı olarak yadsınmaktadır, çünkü canlı gerçekliğe aykırıdır. Öte yandan her bedensel biçim değişimi, bir ruhsal-tinsel adımın dışa vurumudur. Jean Piaget’nin yapıtları da (Çocuğun Psikolojisi; Modern Eğitim Kuramı ve Yöntemleri) bunu kanıtlamıştır. Gerçekten doğru eğitimi, ancak yaşa özgü varoluş kapsamını kavradığımız takdirde verebiliriz. Bunun için insanbilim ve ruhbilim öğrenimi yanında, somut durumun özgürce gözlemlenmesi de önemli ve kaçınılmazdır.

Bu önkoşullardan hareketle yaş dönemlerini ele alırken önce Rudolf Steiner’in insanbilimsel keşfine değinmek gerekir. Steiner insanda üç farklı işlevsel sistem bulur: Uzuvlar-metabolizma alanında motorik yetenekler işlev görür. Her hareket, iradenin bedensel ifadesidir. Ritmik sistem olan solunum ve dolaşım ise deneyimleyen, hisseden insanın bedensel ifadesidir. Korku, sevinç, acı vbg solunumda ve nabızda dışa vurulur. Merkezi başta bulunan (beyin) asıl bilinç kutbu olan sinir-duyu sistemi ise algılayan ve kavrayan faaliyetle meşguldür. İnsan ancak bu üç sistem birlikte etkin olduğunda ve bir bütün oluşturduğunda sağlıklıdır. Sadece zihni kullanarak, bilgisayar başında geçirilen yorucu birkaç saat sonunda dışarıda, açık havada yürüyüş yapmanın verdiği rahat ve huzuru herkes yaşar. Öğle yemeğinden sonra sindirime geçtiğimizde, yoğun düşünme faaliyetinde zorlanırız. Bu üç sistemden hiç biri diğerini sürekli olarak bastırmadığında, insan sağlıklı olduğu duygusunu yaşar.

Bu üç sistemi zamansal bir sıralamayla sözü edilen üç gelişim safhasıyla ilişkilendirebiliriz. Çocuk diş değişiminden önce, başlıca dürtüleriyle ve heyecanlarıyla isteyen bir varlık olarak motorikte, yani devinimlerinde yaşar. Duyusal faaliyetler, konuşma ve düşünme de hareketle bağlantılıdır ve bu sayede büyük ölçüde bedene bağlıdır. Dört yaşında bir çocuğun gördüğü ya da duyduğu bir şeyi hemen kendi hareketlerinde dönüştürerek taklit etmesi, içindeki bu dürtüyü bize gösterir.  Konuşmayı da, oyun oynamayı da böyle öğrenir. Diş değişiminden önce, bir çocuğun gergin bir şekilde masa başına oturmuş, kollarını göğsünde kavuşturmuş, yemeğini beklediğini göremeyiz. Bu yaşlarda algılama, uzuvlarda doğrudan doğruya istek faaliyeti uyandırır. İçsel ve dışsal hareket doğrudan doğruya birbiriyle bağlantılıdır.

Diş değişimiyle, içsel hareket dışsal hareketten çözülmeye başlar. Kendine özgü bir yaşantı mekanı oluşur ve böylece ritmik sistem, uzuvlar siteminden bağımsızlık kazanmaya başlar. Bu yaşlarda solunumla nabız arasındaki uyumlu 1:4 oranı da kendi dengesini bulur. Sonunda ergenlikle düşünme de kendi başına bir alan kazanır. İnsan, eleştirel yargıya uyanır, aynı zamanda ses kalınlaşır, uzuvlar ağırlaşır, gençler sanki yeryüzüne ayak basar ve bireysel kişiliklerini aramaya başlarlar. Bu dönemde çok çeşitli geçiş dönemi görüntüleri olacağı apaçıktır.  Önceki dönemlerden gelenler tamamlanır, gelecek dönemlere ait olabileceklerin tohumları atılır.

Burada önemli olan ilkesel izlektir. Çocuk önce uzuvlarından uyanır, sonra bedenin duyumsama ve yaşantıyla ilgili olan orta bölümünde uyanır. En son olarak da eleştirel düşünmeyi olanaklı kılan kafada uyanır.

Ama insan bileşik bir bütün olduğundan, devinim, dil ve düşünce arasında içsel bağlantılar vardır. Bu bağlantılar, 20. yüzyılın son on yılında beyin araştırmalarında gerçekleşen ilerlemeler sayesinde teyid edilmiştir. – (Buna ilişkin genel bir bakışı Frank R. Wilson’un “Elimiz – Evrimin dahiyane oyunu. İnsan beynine, dile ve kültüre etkileri, Stuttgart, 2000” kitabında okuyabilirsiniz.)

İnsan, gelişiminin her aşamasında bir bütündür, daha önceki ve daha sonraki aşamalardan, bu üç alanın birbirleriyle ilişkileri ve giderek gelişmenin öznesiyle ilişkileri bakımından farklılık gösterir.

Özetlersek, küçük çocukta hareket, konuşma ve düşünme içten birbiriyle bağlantılıdır ve duyusal çevre tarafından uyarılır ve bu sayede taklit ve örnek alma yoluyla benimsenir ve geliştirilir. İlerleyen yaşla beraber çocuk insanın bu üç temel yeteneğini görece birbirinden bağımsız biçimde işlerlik kazanmış olarak yaşar.

Derslere etkisi

İnsan gelişiminin bu bakış açısıyla ele alınması, bütün bu alanlarda eğitime yaşlara uygun programlarla karşılık vermenin önemli olduğu sonucunu doğurdu. Böylece dersler çeşitlendi. Matematik ve yabancı dil yanında jimnastik, Eurythmie, elişleri, bahçecilik, resim, müzik, plastik ve dil geliştirme sanatı gibi hareket dersleri önem kazandı. Anlatılan bağımsızlık kazanma süreci göz önüne alındığında, elleri ve kollarıyla hareketlerini anlamlı bir düzenle kullanmayı öğrenen çocuk, bu sayede dili de ayrıştırılmış biçimde kullanabilmeye ve durumları ve olayları uygun biçimde yargılayabilmeye yarayan önkoşulları geliştirir. Bütün yaş dönemleri boyunca çıkış noktası aynıdır: Ders programımızı, çocuğu kendi bireysel yetileri ve gelişimine uygun biçimde bağımsız faaliyette bulunabilmeye yöneltecek şekilde oluşturmanın yolu nedir? Bu soru, çocuğu her yaş döneminde, ileride kendi kendisi hakkında karar verecek ve yaşamını kendisi belirleyecek olan bireysel bir varlık olarak ciddiye alan temel tutumdan kaynaklanır ve yine oradan yanıtlanır; çocuk o sırada nerede, hangi aşamada var oluyorsa, ona orada, en uygun gelişim araçlarını sunacak biçimde yanıt vermeye çalışmalıyız.

Diş değişimi öncesi eğitim

Doğumdan sonraki ilk yıllarda çocuk, ancak kendi devinimleri ve duyu faaliyetleri sayesinde bedeninin biçimlendirip yapılandırmaya başlar. Doğum öncesinden birlikte getirdiği öğrenme iradesi, kendini sınırlanamaz hareket ve faaliyet itisiyle dışa vurur. Her duyusal izlenim devinim yapısını etkiler.   Duyu algılaması ile iradi faaliyet bağlantısına taklit diyoruz. Bu nedenle bu aşamada öğrenme, yeni dünyayı duyularla keşfetme ve algılama, algılanan ve yaşananı taklit ederek oyunda işleme şeklinde gerçekleşir. Modern beyin araştırmalarının gösterdiği gibi, bu faaliyetler doğrudan doğruya beden yapılandırıcı etki eder. Duyu organlarının işlevi ve bununla beynin olgunlaşması ancak duyu izlenimlerinin etkisi altında gelişir (Herman Haken, Maria Haken-Krell, Algılamanın başarı sırları, Berlin 1994). Rudolf Steiner 1907 yılında bunu şöyle ifade etmişti: “Elin kasları nasıl kendine özgü işleri yaparak kuvvetleniyorsa, beyin ve fiziksel insan bedeninin diğer organları da çevrelerinden doğru izlenimler edindiklerinde, doğru yola yönlendirilmiş olurlar.” (Tinbilim Açısından Çocuk Eğitimi, Dornach, 1992, S. 25)

Burada ortaya çıkan sorular şunlardır: Çocuğa, bu tür ilk duyu yaşantıları edinme olanağı sağlamak için, nasıl bir ortam yaratmalıyım? Onu aşırı duyular seline kapılmaktan nasıl koruyabilirim? Ona taklit etmek üzere sunduklarım gerçekten değerli mi?  Duyusal ve insani çevreden bağımlılığın büyüklüğü karşısında eğitimci kişinin, başlıca koruma ve örnek olma işlevi bulunmaktadır. Doğal basitlikte ve sadelikte olan her şeyin, oyuncak biçimi dahil, çocuğun fantezisini teknik mükemmellikte bir oyuncaktan ve çevreden çok daha verimli biçimde uyaracağı kesindir.

İlk sınıflardaki okul çocuğu

Burada soru şudur: Okul çocuğunu, daha önce tanımladığım kendine ait ruhsal yaşantı alanını yapılandırabilmesi için nasıl uyarmalıyım? Öğrenme sürecini, çocuğu yürekten kavrayacak biçimde nasıl oluşturabilirim?

Okuma ve yazmayı öğrenme süreci örneğinde bunu görebiliriz: “Konular çocuğa tek yönlü olarak zihnini ve zekasını kullanacak biçimde ve sadece yetilerin soyut olarak edinilmesi şeklinde sunulursa, o zaman irade ve gönül  doğası dumura uğrar. Buna karşın çocuk bütün insan olarak faaliyete katılarak pay alırsa, kendini çok yönlü geliştirebilir. Çocuk resim çizerken veya ilk boyamalarını yaparken, yaptığı işe bütünsel insan olarak ilgi ve merak geliştirir. Çocukça ve sanatsal imgelerin belirdiği biçimlerden sonra harflerin biçimleri oluşturulmalıdır.” (Rudolf Steiner, Waldorf Okulunun pedagojik temeli ve amacı, Dornach, 1969, S.20.) Gerçekten de yazı, zaten resimden ve büyülü çizimlerden gelişmiştir. (Karely Földes-Papp, Kaya Resimlerinden Alfabeye, Stuttgart, 1966).

Deneyimlenmiş faaliyet ve resimsel deneyim ile zengin bir bellek yapılandırması, daha üst sınıflardaki düşünsel kavrayışın önkoşullarıdır. Yaşantı için resim, kavrayış için kavram neyse, odur. Böylece çocuk mitler, destanlar ve masallardaki anlatılardan tarih ve yaşam öyküsüne kadar, resimsel ve imgesel bir içsel hazine oluşturur, bu da daha sonraki sınıflarda kavramsal bağlantıların temelini oluşturur.

Ergenlik öncesi dönemde eleştirel düşünme uyanmaya başlar; çocukların artık yavaş yavaş kendi yargı gücünü yapılandıracak uygun uyaranlara ihtiyacı vardır. Bu, belleğe uygun öğrenmeden kavramsal anlamaya geçiş dönemidir. Jean Piaget bu geçiş dönemini özellikle altını çizerek tanımlamıştır (Modern eğitimin kuramları ve yöntemleri, Frankfurt, 1974, S. 204 ff.). Nedensellik, en iyi ölü doğada anlaşılabilir. Fizik, yeni bir ders olarak 6. sınıfta programa katılır. Ders yöntemi, artık doğal bilgilenme sürecine uygun gerçekleşir: Yol, somut gözlemlenebilir, deneyimlenir fenomenden düşünsel anlayışa doğrudur. Bu nedenle sadece sabit kavram tanımları hedeflenmemeli, tersine canlı çeşitlilik de göz önüne alınmalıdır. Sürecin başlangıcı görsel algılama, sonucu kavramsal anlayıştır. Bu sırada hedef, bir yanıt kültürü için eğitmek yerine, ilgi ve merakı uyanık ve canlı tutan bir soru sorma davranışına eğitmek olmalıdır. Bu nedenle tüm aşamalarda ders konusuyla duygusal bir ilişki sağlamak ve böylece öğrenme motivasyonunu güçlendirmek  esastır.

Genç insan

Ergenlikten sonra genç insan kendi kişisel özdeşliğini nasıl bulabilir? Bu bağlamda daha büyük bağlantıları kavrayabilmesi için, hem kendi başına yapacağı çalışma projelerine ve ödevlere, hem de toplumsal biraradalık yaşantısı içinde tarım ve  sosyal alanlarda işletme pratiğine ihtiyacı vardır.  Ben, ancak Sen yaşantısı ve dünya yaşantısı ile gelişir. Doğa ve fen bilimleri ile kültürel sorunlar, kendi değer yargılarını bulma arayışlarına yön verirler. İlk iki yılda öğrenilenler, son yılda özde başka biçimde yeniden ele alınarak bilimsel bakımdan derinleştirilir. Çoğu Waldorf Okulunda devletin resmi sınav koşullarından bağımsız olarak, toplumsal bir görev sayılan sanatsal bir bitirme gösterisi ile bireysel bir bitirme ödevi şeklinde olgunluk sınavı yapma olanağı bulunmaktadır.  Bu sayede öğrenciler, kendi seçtikleri bir konuda verili bir süre içinde sorumlu bir biçimde araştırma yapma, işleme ve konuya uygun sunma yetilerini gösterebilirler.

Waldorf eğitimi, olgunlaşan çocuğun gelişiminee bağlı ihtiyaçlarını izlemeye ve yanıtlamaya çalışır. Okul öncesi dönemde ağırlık duyusal gelişimde ve fantezi dolu bedene bağlı ve yapılandırıcı oyunlardadır. İlkokul çağında kendi başına öğrenmenin uyarılması ve desteklenmesi, içsel bir yaşantı ve bellek hazinesinin kurulmasındadır. Gençlik döneminde ise ağırlık, bağlantıların kavranmasında ve toplumsal, mesleki yetkinliklerin kazanılmasındadır. Kısacası eğitim yolu,  yapıp etme üzerinden yaşamaya ve dünyanın kavranmasına doğru uzanır.

Waldorf eğitiminin kılavuz düşüncesi, çocuğun iki temele dayanarak öğrendiği ve kendini geliştirdiğidir. Biri kendi varlığından kaynaklanan, doğuştan getirdiği öğrenme isteği, diğeri bu öğrenme isteğini yönlendiren insani ortamın uyaranları ve desteğidir. Hiçbir insan, iki ayağı üzerinde dik yürüyen insanlar tarafından uyarılmamış olsa, bu dik yürümeyi öğrenemezdi. Hiçbir insan çevresinde konuşan insanları işitmese, dili öğrenemezdi. Bu örnek ile öğrenme iradesi arasındaki ilişki, çocuğun küçükken varoluşu dolayısıyla erişkinler dünyasına imrenerek bakması ve uyarılmaya izin vermesi, okul çocuğunun ruhsal bir örnekte yönünü bulmak istemesi ve genç insanın tinsel imgelere dayanarak değer yargılarına göre davranışlara uyarılması gibi değişimler yaşar.  Ama hepsinin temelinde, birlikte getirdiği yetileri kendi faaliyetleri üzerinden yeteneklere dönüştürme itisi yatmaktadır. Böylece insan kendisi olur.

Sanatla eğitim

Waldorf Okullarında sanatın eğitim aracı olarak özel bir önemi vardır. Sanatsal faaliyet fantezi ve yaratıcılığı teşvik eder ve kalite duygusunu geliştirir. Bir yandan daima duyusal bir aracı (renkler, biçimler, tonlar, sesler vbg) olarak, öte yandan duyusal olmayan bir biçimlendirme isteğinin dışa vurumu olarak saf duyusal görüntülerin ötesine geçer. Bu nedenle, insanın duyusal ve tinsel doğası arasındaki en iyi aracıdır. Aynı zamanda çocuksu oyunla erişkinin işi arasında denge sağlar. Rudolf Steiner “Pedagoji ve Sanat” adlı yazısında şöyle diyor: “Eğitim ve öğretim uygulamalarında ideal, oyunun yaşamın yegane ruhsal içeriği olduğu süre boyunca, çocukta öğrenme duygusunu oyun oynarkenki ciddiyetinden yararlanarak uyandırmaktır.  Bu gerçeğe nüfuz etmiş bir eğitim ve öğretim uygulaması, sanata hak ettiği yeri verecek ve yeterince alıştırma yapılması ve geliştirilmesi için çaba gösterecektir.” Nasıl resimsel deneyimleme sonra kavramsal anlayışa dönüşüyorsa, sanatsal faaliyet de zekayı destekler. “Çocuğun sanatsal faaliyetleri sonucu zeka gelişimindeki ilerlemeyi gören biri, ilk okul çağında sanat derslerinin ne kadar önemli olduğunu bilerek, sanata hak ettiği yeri verecektir.”

Friedrich Schiller insanın estetik eğitimi üzerine yazdığı mektuplarında bu konuda şöyle der:

Duyusal insanı önce akıllı yapmaktan başka çıkar yol yoktur, sonra onu estetik yapmak da olanaklıdır.

Waldorf Okulunun kuruluşu sırasında sanatın eğitimdeki yeri henüz azdı, ama son yirmi otuz yılda Steiner’in görüşleri doğruluğunu çeşitli biçimlerde kanıtlamıştır. En iyi araştırılan ve belgelenen sanat dalı, zeka gelişiminde ve özellikle toplumsal yetkinliğin geliştirilmesinde müziğin rolü olmuştur. Amerikalı Daniel Goleman “Emosyonel Zeka” adlı çok satan kitabında, günümüz şiddete eğilimli toplumlarında insanın duygusal eğitiminin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu emosyonel zekayı yapılandırmak için, daha yüksek algılama yeteneği, stil ve kalite duygusu ile bireysel ifade isteğinin teşvik edilmesi etkin ögelerdir ve bunlar her yaş grubunda farklı ağırlık noktalarına göre uygun sanat faaliyetleri sayesinde gelişirler.  Estetik eğitim, algılama ve deneyimleme yeteneklerinin eğitimi anlamına gelir. Bu da doğal çevrenin ve içinde yaşadığımız insani ortamın algılanmasında sorumluluk duygusu taşıma ile sorumlu bir algılama gerektirir. Eğer estetik yargı gücümüz, algılama ve deneyimleme yeteneklerimizin yozlaşması yüzünden dumura uğramasaydı, bugünkü sanayi sisteminin şiddeti ve tahrip gücü bu denli yüksek olamazdı. Howard Gardner “IQ’ya elveda” kitabında, yıllar süren araştırma sonuçlarına dayanarak, artık eskiden olduğu gibi zeka oranlarıyla ölçülen bir zeka kavramıyla yetinemeyeceğimizi, zira bunun yaşamda gerekli olan zeka bakımından yetersiz olduğunu söylemiştir. Ona göre, müzikte ya da kendi bedenimizle ilişkimizde ortaya çıkan zeka da gereklidir, kendisiyle ve başkalarıyla iletişim kurma ve başa çıkabilme zekası da. Ayrıca bugünün iş dünyasında toplumsal yetkinlik ve bireysel gelişim anahtar nitelikler olarak öne çıkmaktadır.

Waldorf Okulu, bu tür bilgileri on yıllardır somut biçimde kendi sistemine entegre etmiştir.

Sanat olarak eğitim

Rudolf Steiner, eğitim sürecini bir sanatsal süreç olarak görür ve öğretmeni sanatçı olarak anlar. Çeşitli durumlarda bir ders saatinin nasıl biçimlendirileceği (konu, yaş, sınıfın durumu, zaman, yer, araçlar vbg) sanatsal bir sorundur ve yaratıcı yetenek ile zihinsel ve ruhsal uyanıklık ister. Çocukları doğru biçimde kendi faaliyetleri üzerinden öğrenmeye teşvik edecek biçimde bir saati, bir günü, bir blok dersi ve bir dönemi nasıl biçimlendirmeliyiz? Öğretmen çocuğun gelişimini ancak sanatsal bir anlayışla ona refakat ederek sağlar; zira her sistematik olgu bireyi biçimlenme dönüşümünde kısıtlar ve ona hakkını veremez. Sanatsal yanı olmasa, Waldorf eğitimi de dogmatik ve tutucu hale gelebilirdi.  Her an hem olmuş olana hem de gelecekteki olasılıklara bakmak gerekir. Duyarlı algılama yeteneği, fikir zenginliği ve bir kerelik olana anlayış gösterme, pedagogun sanatsallığı için önkoşullardır. Oluşum halindeki özgür varlığa saygı ve özen gösterme, genel geçer eğitim araçlarından vazgeçmeyi gerektirir; örneğin çok erken yaşlarda teknik araçlar kullanmaktan kaçınmalıdır, çünkü çocuğun kendi faaliyetini ve kendi deneyimlerini felce uğratır ve edilgen tüketime yöneltir. Oysa, çocuğun ileride bilgisayarla sorumlu biçimde çalışmasını sağlamak için neler yapmalıyım, diye düşünmelidir. Zira öz faaliyet ve fantezi ancak dışsal yetersizlikten, mükemmel olmayandan uyarılır, çünkü insanın içinde tamam olmayanı tamamlama güdüsü vardır. Bu hem oyuncaklar için, hem de derste oluşturulan defter ve kitaplar için geçerlidir. Ama mükemmel araçlar, çocuğun kendi fantezisine oyun alanı bırakmazlar.

Buna göre bir Waldorf Okulu ancak kendisine içinde bulunduğu toplumsal, kültürel ve yerel çevreyle uyum içinde bir  yaşama alanı yaratırsa gelişebilir. Temelde bir standarda göre değil, bireysel girişimle kurulur ve bulunduğu ortama uyum sağlayarak gelişir.

Eğitici kişilik

Eğitim sürecinde her zaman önemli olan verimli karşılaşmadır. Demek ki eğitici kişinin niteliği, öncelikle karşılaşmaları ve bununla da ilişkileri birebir sağlama ve biçimlendirmede ne kadar yetenekli olduğuna bağlıdır.

Çocukla karşılaşma, bir yandan belli bir yaş grubuyla karşılaşma, öte yandan belli bir toplumsal çevre ile ve sonuç olarak uygarlık görünümleri içinde bütünüyle belirli bir zamansal durumla karşılaşma anlamına gelmektedir. Ama bu karşılaşmaların tümünün hedefi, özünde değişmez ve hiçbir başka varlıkla karşılaştırılamaz olan varlığa, kendini o yaşta, o toplumsal ortamda ve o zamanda kendi başına ve bağımsız biçimde rahatça ortaya koyabilmesini sağlamak için nasıl hizmet edebilirim, olmalıdır. Bu nedenle eğitici kişiden, bütün bu olgularla  kendisinin canlı bir ilişki içinde bulunması beklenir. Gerçekten çağdaş bir insan olmaya, modern dünyayı büyük anlayışla karşılamaya çaba göstermeli, toplumsal gelişim süreci ve yaş dönemlerine bağlı gelişim aşamaları için kavrayış geliştirmeli ve her çocuğun içinde saklı ve dokunulmaz özgür varlığa saygı duymalıdır. Bunların tümü de eğitmenler kendilerini sürekli eğittikleri takdirde olanaklıdır.

Öğretmen, küçük ya da büyük işlerde, her şeyde girişimci ruhu olan insandır.
Öğretmen, bütün dünyaya ve insan varlığına ilgi duyan insandır.
Öğretmen, sahici olmayan bir şeyle asla taviz vermeyen bir insandır.
Öğretmen, kurumamalı ve ekşimemelidir yani düş gücü ve enerji sahibi olmalıdır.
Böylece, seksen yıldan daha eski bir eğitim sisteminin hala güncel olup olamayacağı sorusuna, bu pedagoji, eğitmenleri ne kadar gençse, o kadar gençtir, şeklinde yanıt verebiliriz. Çünkü bu pedagoji, her an ruhsal-tinsel karşılaşma içinde verimli olarak biçimlendirilmekte, her gün yeniden gerçekleştirilmektedir.

Bunlara da göz atın