Jörg Ewertowski
Çeviri: Bereket Uluşahin
Pandeminin bulaştırdığı iki şey var: Biri virüs diğeri ise hem virüsten hem de baskıladığı ekonominin doğuracağı sonuçlardan korku. Bu noktada antroposofinin görevi ne olmalıdır?
Kişi ve Toplum
Şu sıralarda korona salgınının yanı sıra korkunun neden olduğu ikinci bir enfeksiyonu daha deneyimliyoruz. Korona hastalığı nasıl bulaşma yoluyla yayılıyorsa, korku da aynı yolu izliyor. Ve korona hastalığı nasıl insandan insana farklılık gösteriyorsa, korkunun etkileri de farklı oluyor. Farklılıklar sadece hastalığın ne ağırlıkta seyrettiğinden kaynaklanmıyor, temelden farklı, hatta zıt nedenlere bağlı olarak da ortaya çıkabiliyor. Bazıları bu görünmez, her zaman ve her yerde karşılaşabileceğimiz virüsün bulaşmasından, diğerleri dramatik bir ekonomik kriz ve olası bir küresel totalitarizmden korkuyor.
Bulaş korkusunda içine düşülen yanılgı öz merkezcilikten kaynaklanmaktadır:
Günümüzde alınan tedbirlerden, bir alt hastalığı ve ileri yaşta olmayan insanların yüksek bir risk taşımadıkları anlaşılıyor. Alınan sert önlemler öncelikle sağlık sistemini ve yüksek risk taşıyan insanları korumaya yöneliktir, diğer her insanın korunması ikinci sıradadır. Bunu bu şekilde anlamayan, önlemlerin sertliğini ya şiddetli bir bulaşıcılık ve hastalığın ölümcüllüğüne bağlamak gibi yanlış bir sonuca varacak, ya da önlemlerin son derece orantısız olduğunu düşünecektir. Daha ileri gidilerek bu önlemlerin hukuki dayanağı ya da gizli nedenleri bile sorgulanabilir. Böylece zaten bulaşan ama salgından korku olmayan ikinci tür korkunun alanına girmiş oluyoruz. Korona hastalığının bulaşmasından ya da özgürlükçü temel haklarımızın emsalsiz bir şekilde yağmalanmasından korkabiliriz, ama her iki şıkta da hesaba katılmayan, korona krizinin emsalsizliğinin altında aynı zamanda insanların özgürlüğü, toplumun erinci ve özellikle de tehlike altında olanların korunması arasındaki ilişkinin yeniden ele alınmasının yatabileceğidir.
Çelişkili gösterge
Veba bulaştığı hemen hemen herkese ölüm getirmişti. 1918’deki İspanyol gribi dünya savaşından daha fazla can kaybına yol açtı. Buna karşın hastalanan herkes ölmüyordu. Korona-göğüs hastalığının görünüşe göre kendine has iki özelliği var:
Kuluçka süresi çok uzun ve şu anda bilinmeyen çok sayıdaki vakada belirtisiz seyretmiş ve gribal enfeksiyona benzer şekilde atlatılmış olabilir. Bu nedenle ne ölçüde yayıldığı ve hasta ölümlerinin gerçek oranını tahmin etmek zor. Kuluçka süresinin uzunluğu nedeniyle önleyici koruma önlemlerinin erkenden alınması gerekiyor. Bu önlemlerin abartılı mı olduğunu yoksa çok mu geç kalındığını daha sonra anlayacağız.
Alınacak önlemleri belirleme ve bunun hesabını verme konumunda olanların işlerinin zor olduğunu söylemek gerekir.Durumu görünüşe göre yönetmenin ve değerlendirmenin mümkün olmadığı görülüyor. Komşular, dostlar ya da akrabaların gerçekten başlarına geleni doğrudan izleyerek anladığınız zaman ise hastalığın çifte özelliği nedeniyle geç kalmış oluyorsunuz.
Bu olgu ayrıca davranışlarımız açısından da çelişki yaratmaktadır: Kendimizi geçici bir süre fiziksel-sosyal açıdan en aza indirgenmiş gruplar halinde izole etmemiz sosyal nedenlerden kaynaklanmaktadır – ki aslında mantığa uygun olan, kendi dirliğimize yönelik kişisel kaygımızın öncelenmemesidir. Ama bireyin ve toplumun oluşturduğu taraflar arasında denge kurmak her taraf için de zordur:
- Birey olarak, sosyal olmayan egomuz ve sosyal benliğimiz arasındaki sınırı belirlemekte zorluk çekeriz. Ameliyat maskesini başkalarını koruduğu için ve herkesin bunu yapması nedeniyle toplumun ve sağlığı zayıf olanların korunması için mi takıyoruz gerçekten? Ya da aslında kendimi korumayı amaçlamıyor muyum? Ya da maske takan bir başkasına bu iki nedenden birini yüklüyor muyum?
- Toplum açısından da belirlenmesi zor bir sınır vardır: Hangi noktada hak edilmiş toplumsal bir yarar nedeniyle uygulanan bir bireysel kısıtlamadan bahsedilebilir ve kamu yararını bahane eden totaliterliğin sınırı nerede başlamaktadır? Böyle bir totaliterliğin daha sonra arka kapıyı kullanarak içeri girebileceği endişesi, en azından hiç de haksız değildir.
Endişe mi, korku mu?
Endişe ya da ürkme duygusu korkudan tamamen farklı şeylerdir. Korkunun doğasında korkuyu oluşturan bir nesne yoktur. Korku kendini her türlü ussallığın ardında gizleyen bir uçurumdur. Korkuya kapılmış birçok insan bunun hiç farkında değildir. Korkuyu böylesine bulaşıcı yapan da budur. Ürkmenin ya da endişenin belirlenebilir ve onarılabilir nedenleri vardır ve bu duyguları taşıyanlar bunu bilirler. Aradaki farkı olasılıklara ilişkin yeteneğimizle anlarız. Farklı olasılıkları karşılaştırabiliyor ve ürktüğümüzü biliyorsak henüz özgürüz demektir. Ama şimdi içinde bulunduğumuz kriz durumunda gerçeği gayet iyi bildiğimiz gibi bir yanılgıya düşersek, özgür değilizdir ve görünüşte hedeflenen erk totaliterliğiyle kahramanca savaşıyor olsak bile, korku totaliterliğinin ağına düşmüşüz demektir.
Endişe ya da ürkme duygusu korkudan tamamen farklı şeylerdir. Korkunun doğasında korkuyu oluşturan bir nesne yoktur. Korku kendini her türlü ussallığın ardında gizleyen bir uçurumdur.
Antroposofik değerlendirme
Yılın paskalya öncesi perhiz döneminin sonunda tırmanışa geçen bu olguya ilişkin antroposofik değerlendirme nedir? Tüm baştan çıkarıcı olguların ve sapa yolların hep zıtlıklar taşıdığı ve birbirlerini tetikledikleri antroposofiden dışlanamayacak bir görüştür. Biri Luzifer’e bir diğeri de Ahriman’a has sapma ya da dalalet vardır ve bu yazgısal bir gerçek değil, insanın ben bilincinin oluşum koşullarından biridir. Luzifer’den ve Ahriman’dan kaynaklanan dalalet arasında hangi noktada birbirlerinden ayrıştıklarına ilişkin statik bir ortayı belirleyen ölçütler yoktur. Bizler ben bilinçli varlıklar olarak, sürekli yeniden oluşan dengesizliği düzene koyma göreviyle ilkesel bir ölçüsüzlük içinde yaşarız. Bu gerçeği idrak etmek ilk temel görevdir. Antroposofide temel olarak bir eşik bilinci vardır; daha açık bir anlatımla antroposofi dünyevi âlemin yasaları ve tinsel âlemin yasaları arasındaki farkı, her iki âlem etkileşim içinde olsalar dahi bilir ve bu etkileşim olmadan bu iki âlem birbirinden bağımsız olarak idrak edilemez. Dünya üzerinde totaliterliğin inşa ettiği dünya dışında bir ‘cennet’ yoktur ve bu da kendini cennet gibi kamufle etmiş bir cehennemdir. Oysa yeniden doğuş, ya da uyanışla simgelenen ve getirilen cennet, dünyevi ve manevi dünyalar arasında kurulan yeni bir ilişkiden oluşur. Eşik bilincinin gelişmesiyle bu oluşuma uyum sağlarız.
Karma anlayışı ve enfeksiyon zincirleri
Dünyevi alemde enfeksiyon zincirleri gibi salt fiziksel olgularla ve önleyici, hijyenik ve diğer önlemlere ilişkin sorunlarla uğraşırız, ama tinsel dünyadan bakarak bunların dışında başka görüşler olduğunu biliriz: Enfeksiyon kuramı daha derin bir hastalık anlayışı ya da karma anlayışının bir alternatifi ya da rakibi değildir. Bu nedenle karma anlayışı materyalizm suçlaması yapma yerine, hastalığın şeytani bir kışkırtma olarak üstesinden gelinmesini önerir. Mesele, bir hastalık ya da pandeminin anlamını ve yapısını anlayacak gücü geliştirmenin yanı sıra, hastalığı önlemek ve hijyenik önlemlerle hastalığı oluşmadan engellemek için elden gelen her şeyi yapmaktır. Eşik bilinci olmasaydı bu şizofrenik bir durum olabilirdi. Bu nedenle antroposofi bu bilince gereksinim duyar: Antroposofi dışında pek başka bir yerde rastlanmayan eşik bilincinin bu krizde alıştırması yapılmalıdır – acı verse de. Karma anlayışı öncelikle kendini korumayı değil, kendini değiştirme iradesi gerektirir. Ancak bu şekilde her krizin kendi içinde barındırdığı pozitif yenilenme şansını güçlendirmek için üzerimize düşeni yapabiliriz.
*Jörg Ewertowski’nin resmi Sofia Lismont tarafından yapılmıştır.
Alındığı Kaynak: https://dasgoetheanum.com/die-angstinfektion-durchbrechen/